Bizimle İletişime Geçin

Tarih

15 Temmuz Şehitlerinin Ardından Musalla Taşından Şehadete

3

EKLENDİ

:

Bizim araba önde diğerleri arkada Kazan’a doğru hareket ettik. Musalla taşı geride kalmıştı. Gecenin sessizliğini bozan ve geceye lahuti bir mana katan salanın eşliğinde köyden ayrılıyorduk.

Nereden bilecektim ki bu anların babamın, köyünü son görüşü olduğunu?

Yine gözyaşları şehit yakınlarının yanaklarından akıyordu. O gün daha yakından öğrendik; şehadeti ölen yaşasa da geride kalanlar onun acısını ta yüreklerinin derinliklerinde hissediyorlardı.

Nuray Hanım odadan dışarıya çıktı. Anlatılanlar hâlâ canlılığını koruyan anılarını depreştirmiş ve yarasını kanatmıştı.

Hüseyin, bize bakarak kaldığı yerden anlatmaya devam etti.

Kazan’a geldiğimizde ortalık mahşer günü gibiydi. Herkes sokaktaydı. Reisin çağrısını duyan, meydanlara inmişti.

Bayraklar gecenin kızıl süsüydü.

Ay yıldız gökten yere inmiş sanki şehitlerini özlercesine kıpkırmızı bayrakların üstüne birer gelin gibi kurulmuşlardı.

Türk bayrağı bağımsızlığın, cesaretin, yiğitliğin bir sembolü olarak yediden yetmişe, kadınıyla, erkeğiyle herkesin elinde dalgalanıyordu.

Kazan sokaktaydı

Kazan meydanlardaydı

En çok gençlerin heyecanları dikkatimi çekti. Sorumsuz denilen gençler şimdi büyük bir sorumlulukla meydanları tutmuş hainlere geçit vermeyeceklerini haykırıyorlardı.

Babam da heyecanlıydı.

O kalabalığı görünce ne yapacağını şaşırdı. O da en öne geçmek istiyordu. O sırada Vasıf Kocabaş ve Gültekin Oğuz abileri gördü. Onlarla iyi bir dosttu. Hemen yanlarına gitti.

“Ne yapacağız Vasıf abi? Niye duruyoruz? Haydi gidelim?”

Vasıf abi biraz daha sakindi. Babamın de biraz temkinli hareket etmesini istedi.

“Dur be oğlum bu ne heyecan? Gideceğiz tabii ki! Tai’den uçakların kalkmasını engelleyeceğiz! Akıncı üssü hainlerin karargâhı olmuş!”

“Haydi o zaman ne bekliyoruz? Yürüyün gidelim!”

Sanki kan babamı çağırıyordu. O kadar kalabalığın içinde içi içine sığmıyordu. On sekizlik delikanlı gibi kanı deli deli akıyordu.

Kısa bir süre sonra Akıncı Üssü’ne doğru harekete geçildi.

Vakit geceye evriliyor ve meydan mahşeri kalabalığa şahitlik ediyordu. Tekbir sesleri, sala seslerine karışıyordu.

“Bayraklar inmez vatan bölünmez!

Ya Allah Bismillah Allah’u Ekber” nidaları büyük bir coşkuyla halkın yüreğinden yankılanıyordu. Nizamiyede endişeli bir bekleyiş hissediliyordu.

Halkın gücünün önünde durulamayacağını o gün anladım.

Halk küçük bir dev değil koca bir yürekmiş. Anladım.

Askerler nizamiyenin önüne dizilmiş, omuzlarında silahlar bize bakıyorlardı. Ellerinde silahlar olsa da bize ateş edecekmiş gibi görünmüyorlardı. Çünkü silahları halka doğrultmamışlardı.

Halkın büyük bir coşkuyla üsse girmeye çalışması sonucu birden elektrikler kesildi. Her taraf zifiri karanlığa döndü.

Halk telefonlarının fenerlerini açarak gecenin karanlığını gündüze çevirmesini bildi. Ellerde telefonlar fenerleriyle geceyi aydınlatıyorlardı. Sanki fener halayı geçit töreniydi.

Hainlerin karanlığı halkın aydınlığında yok oluyordu.

Sanki gece; “Hak geldi batıl yok oldu!” ayetini hatırlatıyordu.

Halk uçakları kaldırmamak için üssün önüne gelmişti. Ancak hainlerin planları daha farklıymış. Halkın üssün önünde canlarını siper edercesine durduğunu görünce sözde onları korkutmak için bir helikopter kaldırdılar. Şimdi helikopter tam üstümüzde uçuyordu. Gürültüsünü hissediyorduk. Uğultusu kulaklarımızda yankılanıyordu

Taciz uçuşlarıyla halkı sindirmek ve kaçırmak istiyorlardı. Ama bu halkın kurtuluş savaşı şehitlerinin, gazilerinin torunları olduğunu unutmuş gibi davranıyorlardı.

Gözlerinde ölümü öldürenleri korkutacak ne olabilirdi ki?

Sanki Hollywood filmlerinden fırlamış bir sahnedeydik. Bizler Filistinli teröristler, onlar ise Amerikalı kahramanlardı.

Ama kimi kimden kurtaracaklardı?

Vatan hainleri halka karşıydı.

Biraz sonra siyah lüks bir araç üsse girmeye çalışıyordu. Ama halk ona izin vermiyordu.

İşte o andan sonra meydanın çehresi değişti. Omuzlarında silahlar olan askerler gitti. Onların yerine yüzleri maskeli askerler geldi.

Bunlar silahlarını halka doğrultmuşlardı.

Maskeleri yüzlerini kapatsa da utanmazlıklarını asla kapatamıyordu.

Asker ve halkına doğrultulmuş silahlar!

Babam ortalığın karışacağını sezmişti. Beni üç köylümüzün yanına bırakarak kendisi doğruca Vasıf Amca’nın yanına doğru ilerledi.

Biraz sonra onu gözden kaybettim.

O sırada annem ikinci defa aradı. Nerede olduğumuzu soruyordu. Babamın önlere doğru gittiğini söyledim. Ortalığın mahşeri kalabalığını anlattım. Annem dua etti, dikkat etmemi söyledi…

Hüseyin geriden gelişmeleri seyretmeye çalışıyordu.

Ali Anar o sırada Vasıf Kocabaş’ın ve arkadaşlarının yanındaydı.

Heyecanı doruk yapmıştı.

“Bu gece burada bir şeyler olacak biliyorum, bir şeyler olacak! Vasıf Abi burada ölürsek şehit miyiz?” diyerek şehadete olan özlemini dile getiriyordu.

Konuştuğum şehit yakınlarından sürekli olarak şehadetle ilgili bir istek ve duygu olduğunu görmüştüm. Şehadet bir genç kızın boynundaki kolye gibi inanan insanlar için süstü.

Ve onu yaşamak büyük bir onurdu.

Halkın coşkusuna eşlik eden sala sesleri, inanan halkın yüreğinde sevince, heyecana, coşkuya vesile olurken hainlerin yüreğini daraltıyordu.

Ali Anar’ın dehşetle açılan gözleri askerlerin kurşunladığı minareye çevrilmişti.

Minareyi ezan ve sala okunduğu için kurşunlayan askerler!

Dışarıda değilmiş meğer içerideymiş hainler!

Halk galeyana gelmişti. Askerlerin üzerine doğru yürüyorlardı. Üsse girerek kalkan uçakları durduracaklardı.

Ali Anar da en öndeydi.

Askerlerle karşı karşıyaydı.

Askerlere vatan evladı oldukları hatırlatılıyordu. Bu vatanın evladının halkına silah doğrultamayacağını söylüyorlardı.

Ama karşılarında gözleri kör, kulakları sağır kalpleri hissiz beton yığınları duruyordu.

Anlamıyorlardı, duymak istemiyorlardı.

Allah’ın kulu olmasını bilmeyenler, emir kulu olarak vatana ihanet ediyorlardı.

Şimdi askerlerle tam karşı karşıyaydılar. Birbirinin nefeslerini bile hissedecek kadar yakındılar. Ölmek vardı ama geri dönmek yoktu.

Sözleri şaka değil hakikatin ta kendisiydi.

Bunu Çanakkale’de, Seddül Bahir’de, Gelibolu’da, Kut’ül Amare’de, Dumlupınar’da ve daha nice vatan toprağında canlarını çekinmeden adayan yiğitler açıkça göstermişti.

Bu gece burada olanlarda onların torunlarıydı.

Askerler ilk önce taciz atışı yaptı. Onların korkup dağılacağını sanıyorlardı. Koyun sürüleri gibi darmadağın olacaklarını beklemişlerdi. Ama olmadı. Halk hala dimdik oldukları yerdeydi ve kendileriyle karşı karşıyaydı.

Halkın durmadığını görünce komutan maskeli askerlere emir verdi.

Halk ilk önce bu emrin gerçekleşmeyeceğini, vatan evladı bildikleri askerlerin kendi halkına silah sıkmayacaklarını sanıyorlardı.

Ama yanıldıklarını kısa sürede anlamışlardı.

Karşılarında duran anlaşılan vatan evladı değil, içeriye sızmış vatan hainleriydi. Gözleri kararmıştı. Tam karşılarında duran halka hedef gözetmeksizin ateşe başlamışlardı.

Ali Anar şimdi en önde

Bakıyordu yiğit gözlerle

Hiç korku yoktu yüreğinde

Koşuyordu şehadetine

“Biz buraya şehit olmaya gelmedik mi ağa? Vatana şimdi korumayacaksak ne zaman koruyacağız?”

Vasıf Kocabaş’a söylediği sözler aslında Ali Anar’ın ne kadar büyük bir vatan sevdalısı olduğunu gösteriyordu.

Ve dış güçleri oyuncağı, kuklacının kuklası hainler gözlerini kırpmadan ateşe devam ettiler.

Hedef gözetilmiyordu.

Kurşunlar plastik değildi.

Hiç beklemiyorlardı. Böylesine bir alçaklığın sözde peygamber ocağı olarak bilinen bir kurumdan geleceğine hiç ihtimal vermiyorlardı.

Silahlar patlıyordu.

Canlar yere düşüyordu.

Ortalık birden mahşer alanına dönmüştü. Gecenin sessizliğinde patlayan silahlar birer yarasa gibi, inanmış topluluğun üzerine üşüşüyordu.

Ruhları karanlıktı.

Vatan sevdasıyla gelen yiğitler, vatan toprağına yapışıyorlardı. Sağa sola kaçışanlar, yere yatanlar… Meydan kıyameti çağrıştırıyordu. Hainler hedef gözetmedikleri için kurşunları gelişigüzel halka isabet ediyordu ve bir bir yere düşüyordu masum canlar.

Onlar bu vatanın ebabil kuşlarıydı.

Nereden geldiği bilinmeyen canlarıydı.

 

 

Daha Fazla Yükle

Yorum Bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Çok Okunanlar