1. Anasayfa
  2. Tarih

15 Temmuz Şehitlerinin Ardından Musalla Taşından Şehadete

15 Temmuz Şehitlerinin Ardından Musalla Taşından Şehadete
0

Gece tam bir savaş alanına dönmüştü ülkenin dört bir yanı… Helikopterler, uçaklar, bombalar, sıkılan kurşunlar, maskeli haydutlar ve ihanet…

Hüseyin bu hengamede ne yapacağını bilmiyordu.

Yüreği daralıyor, nutku tutuluyordu.

Neredeyse kalbi duracaktı. Telefonun tuşlarına bastı. Babasını arıyordu. Telefon uzun uzun çalıyor ama karşıdan ses gelmiyordu:

“Aç, aç ne olursun baba aç şunu!”

Saniyeler seneler gibiydi. Geçmek bilmeyen dakikalar asırlara dönüyordu:

“Allah kahretsin!”

Neredeyse telefonu fırlatacaktı.

Öfkeliydi Hüseyin!

Yaralı bir aslandı Hüseyin!

Ne yapacağını bilmiyordu. Heyecanla sağa sola bakıyor, babasını görme umuduyla kalabalığı gözlüyordu. O sırada yanında geçen bir delikanlının kolundan tuttu:

“Neler oldu, bu telaş, kargaşa nedir?”

Genç nefes nefeseydi. Üstü başı toz toprak olmuştu. Yaralı olup olmadığını tam kestiremiyordu ama heyecanlı olduğu her halinden belliydi. Yüzünden akan terler, fal taşı gibi açılmış gözler yaşadığı facianın işaretiydi:

“Askerler, askerler insanları taradı… Hedef gözetmeksizin halkın üzerine ateş açtılar. Yaralananlar, ölenler var. Ortalık savaş alanına döndü…”

Delikanlının sözleri Hüseyin’in yüreğinde fırtınalar estiriyordu. Sarsılıyordu. Gözleri karanlığa odaklandı. Babasını görmeye çalışıyordu. İrade dışı haykırdı:

“Babaaaaa!”

Sesi gökyüzünde yankılanıyor ama cevap gelmiyordu. Bütün bedeninin ateşte yandığını hissetti. Babasının vurulmuş olma düşüncesi onu kahrediyordu.

Babasızlık direği yıkılmış bir bina gibiydi.

Kendisini şimdiden yalnız hissediyordu. Gecenin karanlığında, koşuşan o kadar insanın içinde yalnızdı, tek başınaydı.

Ağlıyordu.

O heyecan ve endişeyle askerlerin olduğu tarafa doğru gitmek hissiyle ileriye doğru yürümeye başladı. Ama birden olduğu yerde durdu.

İleriye gidemiyordu.

Ne olduğunu anlamaya çalışıyordu.

Kolunda mengene gibi bir elin sert tutuşunu hissetti. Yürüyemiyordu. Mengene onun yürüyüşüne engel oluyordu.

Hüseyin başını çevirdiğinde köylüsü Mahmut Amcasını gördü. Kendisinin ileriye gitmesine izin vermiyordu.

Ancak zaman durulacak, korkulacak ve çekingenlik gösterilecek bir zaman değildi.

İnsanın canından bir parça gidince canı yanıyordu.

“Bırak beni Mahmut Amca, bırak beni! Babama ne oldu bilmiyorum!”

“Oğlum ilerisi tehlikeli, askerler acımasızca ateş ediyorlar!”

“Olsun, bırak beni, babam yoksa ben ne yapayım?” dedikten sonra büyük bir hırsla kolunu çekerek ondan kurtulup ileriye doğru koşar adımlarla ilerledi.

Her taraf tarumar olmuştu.

Yaralananlar, can çekişenler, feryat edenler… Hüseyin onların arasında dolaşırken yerde yatan bir ceset dikkatini çekti. Ona baktı.

Cansız bir şekilde yerde yatan şehit Hasan Yılmaz’dı. Kafasını parçalanmış olarak gördü. Bütün vücudu buza kesti. Onu öyle görünce hainlere bütün gücüyle lanetler okudu.

İçi titriyordu.

Oradan ayrılırken bu sefer karşısına karnından vurulmuş bir genci gördü.

Kıvranıyordu.

O güne kadar filmlerde izlediği savaş sahnesinin içinde kanlı, canlı bir şekilde yaşıyordu.

Ama yaşananlar bir film değildi.

Hüseyin nefes nefeseydi. Babasını hala görememişti. Bazı kişiler onun üsse alındığını söylemişti. Korkmadan maskeli bir askerin yanına kadar ilerledi. Ona dik dik bakarak konuştu:

“Takım elbiseli birini aldınız mı? Söyleyin!”

Karşısında duranlar betonlar gibi hissizdi. Silahı ona doğrultarak bağırdılar:

“Çekil git buradan! Kimseyi içeriye almadık!”

Başını ellerinin arasına alarak ne yapacağını düşündü. Delireceğini hissediyordu.

Babası yoktu.

Bu sırada halk yerde yatan yaralılarını almaya çalışıyordu. Ancak hainler buna da izin vermiyorlardı.

Düşmanlığın her rengini gösteriyorlardı hainler.

“Yaklaşmayın! Bırakın oldukları yerde kalsınlar!”

Bu arada taciz atışları da yapıyorlardı. Ancak halkın da gözünü kan bürümüştü. Kimsenin söylediği söze, uyarıya dikkat edecek halde değildiler.

Alçakların yaptıklarını yanlarına bırakmamaya ant içmişlerdi.

Bazıları yaralıların başında durmuş, bağrını açarak askerlere haykırıyorlardı:

“Vurun lan vurun! Vurmazsanız alçaksınız! Zaten yapacağınızı yaptınız! Kendi halkınıza sıkarak ne kadar alçak olduğunuzu gösterdiniz. Bunu sizin yanınıza bırakacağımızı mı sandınız?” dedikten sonra ne silahlara ne askerlere ne de ölüme aldırış etmeden yaralıları alıyorlardı.

Ölümden korkmayanı korkutacak başka ne olabilirdi ki?

Hüseyin kan çanağına dönmüş gözleriyle babasını aramaya devem ediyordu. Kopmuş bacaklar, parçalanmış kafalar, yerde yatan yaralılar ve ölüler…

Hüseyin yüreğinden bir şeylerin koptuğunu hissediyordu. O sırada gözü hasta nakil aracına takıldı. Oraya doğru ilerledi.

Kalbi yerinden fırlayacakmış gibiydi.

Aracın yanına geldiğinde babasının vurulmuş, yaralı bir şekilde yerde yattığını gördü.

“Babam!” diyerek yanına atılarak boynuna sarıldı. Hüseyin ve köylüsü Mahmut Amcası Ali Anar’ı kucaklarına alarak araca taşıdılar.

Ambulansın kapısını açtıklarında sedyede yatan birini gördüler. Bacağından vurulmuş ve inliyordu. Bunun üzerine Ali Anar’ı yere yatırdılar.

Ali Anar son nefesini vermek üzereydi.

Özlediği şehadete kavuşmak üzereydi.

Hüseyin, şoför mahalline oturdu. Camdan sürekli babasına bakıyordu. Gözyaşları içinde haykırıyordu.

“Baba, baba ne olur ölme!”

Ambulans acı acı çaldığı sirenlerle duyanların yüreğini yakıyordu.

Ambulans Etimed Hastanesine vardığında Ali Anar hâlâ hayata tutunmuş gözleriyle Hüseyin’e bakıyordu.

Gülümsüyordu.

Ameliyata alındığında, şok geçirmekte olan Hüseyin’e bir sakinleştirici iğne yaptılar. Hüseyin biraz kendisine gelmişti. Dingindi.

Elini yüzünü yıkadıktan sonra dayısı onu olay yerinden uzaklaştırdı. Bir ağacın altında oturdular.

Hayat bir ağacın altında gölgelenecek kadar bir zaman değil miydi?

Ne kadar yaşadığımızdan ziyade nasıl yaşadığımız ve nasıl öldüğümüz daha anlamlıydı.

Onurlu bir yaşam şehadetle süsleniyordu.

Kalabalık dışarıda bekliyordu. O sırada gözüne Mahmut Amcanın oğlu takıldı. Öfkeliydi. Burnundan soluyordu. Öfkeli boğalar gibi etrafta dolanıyordu. Karşısında duran çöp kovasına sert bir tekme attı.

“Allah sizi kahretsin alçaklar!” diyerek haykırarak kan emici vampirler gibi geceyi kana bulayan Fetö’ye ve yandaşlarına lanetler okuyordu.

Şehadet bir mektepti yüreği iman ve vatan sevdasıyla dolu yiğitlere.

Şehitlerin kanı ise bir toprağı vatana çeviren can suyuydu.

Toprak şehitlerin kanıyla vatan oluyordu.

O geceyi Ali Anar Etimed hastanesinde geçirir.

Olaydan haberleri olmayan Nuray Hanım, merak ve endişeyle oğlu Hüseyin’i arıyor. Babasını soruyor.

“Oğlum, baban ne durumda? Ne oldu?”

Hüseyin dudakları titreyerek;

“Babam ayağından vuruldu. Şimdi ameliyatta!” deyince Nuray Hanım gözyaşlarını tutamaz. Ağlamaklı gözlerle, biraz önce kendisini arayan kayınvalidesine bilgi vermek ister. O, Kazan Hamdi Eriş Devlet Hastanesindedir.

“Anne, Ali ayağından vurulmuş, Kazan’daymış!” deyince annesi hıçkırıklara boğulur.

“Ah Ali’m öldü, Ali’m öldü!” diyerek feryat etmeye başlar. Bunun üzerine Nuray Hanım ses boğazında düğümlenmiş halde;

“Ne diyorsun anne bir de onu çıkarma! Dur hele! İnşallah bir şey olmaz!” diyerek telefonu kapatır.

Ama anne yüreği oğlunun vurulmuş olmasına dayanamaz. Hemen yatağından kalkar. Yalın ayak odasından çıkar. Etrafa bakınır. Doğruca acile iner. Acil, ana baba günü gibidir. Her tarafta yaralılar ve yaralı yakınları vardır. Yaşlı gözleriyle sedyelere bakar.

Oğlu gözünde tütmektedir.

Bir anne için evladın ölüm haberinden daha büyük bir acı yoktur.

Yüreği, kışın soğukta kalmış bir kuşun kanatları gibi titriyordu. Kendisini düşünecek durumda değildi. Tek tek sedyeleri göz gezdirir. İlerideki sedyede yatan birinin gömleği dikkatini çeker. Ali’ye benzetir. Hemen onun yanına doğru gider.

“Ali’m!” deyip ona sarılmak ister.

Ama adamın yüzü dönünce onun Ali olmadığını anlar. Üzülür. Gözyaşları içinde acili dolaşmaya devam eder. O sırada bir polis teyzeyi görünce dayanamaz. Hemen yanına gider ve sorar:

“Ne oldu teyzeciğim, kime bakıyorsun?”

“Ali’m, Ali’me bakıyorum, ayağından vurulmuş oğlum!”

“Teyzeciğim burada olsaydı bilirdim. Şimdilik sen yatağına çık. Buraya gelirse sana haber veririm.” dedikten sonra onu saygıyla kucağına alıp doğruca yatağına götürür. Oradaki hemşireleri de uyarır:

“Sakın teyzeyi aşağıya bırakmayın!” dedikten sonra tekrar acile iner.

Teyze odasında yalnız başına kaldığında Ali Anar’ı düşünerek dualar eder.

“Allah’ım oğlumu koru! Allah’ım vatanımızı hainlere bırakma!”

O bu düşünceler içindeyken kızı gelir ve onu teselli eder:

“Anne merak etme abim sadece ayağından vurulmuş! Allah’ın izniyle bir şey olmayacak. İyi haberleri yakında gelir!”

Teyze, kızıyla birlikte o geceyi geçirir. Bir haber gelir. Ali’nin Etimed Hastanesinde olduğunu öğrenirler.

“Kızım Hacer oraya gidelim! Ali’yi dünya gözüyle son bir defa göreyim!”

“Anne neden öyle diyorsun, inşallah abime bir şey olmaz!” dedikten sonra teyzenin çantasını hazırlarlar. Doktor onların gideceğini öğrenince teyzeyi kucağına alıp aşağıya, arabaya kadar götürür. Onu dikkatli, bir şekilde arabaya bindirir.

 

 

 

1966 yılında Şanlıurfa’nın Birecik ilçesinde doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini Mersin’de tamamladı. Mersin İmam Lisesinden 1986, Bursa Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesinden 1992 yılında mezun oldu. Çeşitli illerde öğretmenlik yaptı. Halen Ankara Kahramankazan’da görevine devam etmektedir. 27 yıldır öğretmenlik yapmaktadır. Çeşitli dergi, gazete ve ders kitaplarında hikâyeleri, şiirleri ve makaleleri yayınlanmıştır. İmam Hatip 8 ve 11 sınıfların Kur'an’ı Kerim ders kitaplarının yazarı. Aile ve sokak çocukları ile ilgili dernek kurdu pek çok yerde seminerler verdi. Radyo ve televizyon programları yaptı.  Mersinde Dil Edebiyat Derneğinde, Kahramankazan’da yazarlık dersleri verdi, genç yazar ve şairler yetiştirerek, Genç Kalemler isminde Edebiyat dergisi çıkardı. Kabirde ilk Gece kitabıyla Türkiye geneline ulaşarak kalbine dokunduğu bir okuyucu kitlesine kavuştu, 55 baskı yaptı. Kitabın Arapça ve İngilizceye çevirileri yapılmaktadır. Eserleri: Aile Eğitimi; Özgürleştiren Disiplin, Anne Babamı İyi Seç, Kutsal Metinlerden Günümüze Cinsel Hayat Romanları; Kabirde İlk Gece (55. Baskı), Sırat Köprüsünde Heyecan, Cehennem yolcuları, Cennet Yolcuları, Aşkın Öncüsü Hz Muhammed, 15 Temmuz Milli Direniş Öyküsü, Şeytanın Oyunu, İlk Aşk Âdem İle Havva Öykü kitapları; Melekler Ölmesin, Ölümsüz Arkadaşlık Bahar ile Gül, İmdaaaat Babam Sigara İçiyor. Dini Kitapları; Şeytanın Tuzakları, Namaz Neslinin Deklarasyonu, Cennetin Rövanşı, “Allah İlk Öğretmenim, Ölüm Sonrası Yürüyüş, Zülfikar, Aşka Adanmış Hayat Hz Ali, Allah Kimleri Sever Kimleri Sevmez, Anne Bana Dinimi Anlat, Bilinç İnşası, Müslüman Gencin Yaşam İlkeleri. Şiir Kitapları; Eşsiz Sevgiliye (Esmaul Hüsna), Sevgiliye Gözyaşları, Kardeşlik Ülkesi Çocuk Romanlar: Çiçek Kız Meryem Dilek Yıldızı, Çiçek Kız Meryem Barış’ın uçurtması Gençlik Romanları; Gizemli Yolculuk Macera başlıyor, Ertuğrul Gazi, Osman Gazi, Fatih Sultan Mehmet, Selahaddin Eyyubi, Şapkalı Çocuğun Maceraları Kamp Heyecanı Öykülerle Aile İçi Davranış Eğitimi: Yusuf ve Zeynep Öğreniyor Serisi (10 Kitap) Masal Kitapları: Masal Serisi (28 Kitap) Seyit Ahmet Uzun’un yayınlanmaya hazır, “İtikadi ve İktisadi Yozlaşma Karşısında Hz. Şuayb” “Sessiz Haykırış” “Aşk Yarası" “Biraz Hüzün Biraz Tebessüm İşte Hayat” “Doğmamış Çocuktan Mektuplar” adlı çalışmaları bulunmaktadır. Masal Terapisti olarak çocukların hayal gücünü geliştirerek onları hayata daha aksiyoner ve katılımcı bir kişilikle hazırlamaya çalışmaktadır. Özgün ve kendi kültürümüzü yansıtarak yazdığı yaklaşık beş yüz civarında masalda bu konuları işlemeye çalıştı. fecabook.com/ seyitahmetuzun ınstegram/seyitahmetuzun twitter/seyitahmetuzun

Yazarın Profili

Bültenimize Katılın

Hemen ücretsiz üye olun ve yeni güncellemelerden haberdar olan ilk kişi olun.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir