Arap, İran ve Türk edebiyatında “İslam’ın şiir anıtları” denilebilecek eserler, genellikle sevgili Peygamberimiz (SAV) ile ilgili yazılan kasidelerdir. Kaab Bin Züheyr’in “Kaside-i Bürde”, İmam-ı Bûsirî’nin “Kaside-i Bür’e”, İbni Câbir’in “Kaside-i Bediyye”, Ebül Bekâ Salih Bin Şerif’in “Endülüs Mersiyesi”, Fuzûlî’nin “Su Kasidesi”, Süleyman Çelebi’nin “Mevlid”, Arif Nihat Asya’nın “Naat”, Nurullah Genç’in “Yağmur” isimli şiirleri gül Peygamberimizle ilgili şiir anıtlarına birer misal teşkil etmektedir.
Divan şairleri, birçoklarının zannettiği gibi yalnızca “beşerî aşk, ayrılık, gurbet, tabiat, ölüm” gibi temaları değil; “ilâhî aşk, peygamber ve ehl-i beyt aşkı, tevhid, ahlâk” gibi dinî, tasavvufî konuları da işlemişlerdir: Tevhid, münacât, naat, mevlid…
Fuzulî’nin “Leyla vü Mecnun”, Şeyh Galib’in “Hüsnü Aşk”, Gülşehri’nin “Mantıku’t-Tayr” isimli mesnevileri; yalnızca Divan edebiyatının değil, İslâmî Türk edebiyatının zirvelerindendir. Divan şairlerinin, şiirlerinde sıkça kullandıkları “şarap, kadeh, sâki, meyhane” gibi kelimeler, genellikle “ilahi aşk, mürşit, dergâh” gibi anlamlara gelen tasavvufî mazmunlardır.
Dînî, ahlâkî öğütler içeren “hikemî tarz”da şiirleriyle bilinen 17. yüzyıl Divan şairlerinden Urfalı Nâbî (Nâbî kelimesi, Arapça’daki “nâ” ile Farsça’daki “bî” olumsuzluk eklerinden meydana gelen “yok yok” anlamında, şairin mahlasıdır.), Hz. Muhammed (sav) aşkıyla da gönüllerde taht kurmuş Divan şairlerimizdendir.
Nâbî, bir zaman bir grup devlet adamıyla Hacc’a gitmek üzere yola çıkar.
Nâbî, Medine’ye yaklaştıkları gece, Peygamber Efendimiz’in huzuruna varacağı sevinciyle uyuyamamıştır. Bu arada yüksek rütbeli bir devlet adamının uyku gafleti ile ayaklarını kıbleye karşı uzatması üzerine Peygamber âşığı Nâbî, irticâlen (ânî bir ilhamla) bir kaside söyler ve bunu kaleme alır. O anda, uyuyan devlet adamı uyanır ve derhal ayaklarını toplar. Çok utanır ve üzülür. Hacc kafilesi sabah ezanına yakın vakitte Mescid-i Nebi’ye varır. Mescid-i Nebî’de müezzinler, minarelerden Ezan-ı Muhammedî’den evvel Nâbî’nin şöyle başlayan naatini okumaktadırlar:
“Sakın terk-i edepten, kûy-i mahbûb-i Hudâ’dır bu;/ Nazargâh-ı ilâhidir makam-ı Mustafâ’dır bu!../ Felekte mâh-ı nev Bâbu’s-selâm’ın sine-çâkidir;/ Bunun kandîli, Cevzâ matla-ı nûr-i ziyâdır bu!..”
(Burası, Allah sevgilisinin beldesi, Hz. Peygamber’in, Cenab-ı Hakk’ın nazar buyurduğu temiz bahçesidir; edep hatası işlemekten sakın. Bu gökteki yeni ay, Selâm Kapısı’nın yüreği yanık âşığıdır; Cevza yıldızı bile ışığını, onun kandilinin nûrundan almaktadır.)
Nâbî Hazretleri ve biraz önce ayaklarını kıbleye uzatan kişi çok şaşırır. Çünkü bu naati, ikisinden başka kimsenin bilmesine imkân yoktur. Nâbî ve diğer kişi, sabah namazını kıldıktan sonra, müezzinleri bulurlar. Nâbî onlara ısrarla sorar: “Allah aşkına, Peygamber aşkına söyleyin! Ezan-ı Muhammedî’den önce okuduğunuz naati kimden, nereden ve nasıl öğrendiniz?”
Müezzin, gayet sakin bir şekilde şu cevabı verir Şair Nâbî’ye:“Resûl-i Ekrem (SAV), bu gece Mescid-i Nebî’deki bütün müezzinlerin rüyasını şereflendirerek buyurdu ki:
‘Ümmetimden Nâbî isimli biri ziyarete geliyor. Bana olan aşkı her şeyin üstündedir. Bugün sabah ezanından önce benim için söylediği bu naati okuyarak Medine’ye girişini kutlayın.’ Biz de Rasûlullah Efendimiz’in emirlerini yerine getirdik.”Peygamber âşığı Nâbî, ağlayarak: “Sâhiden Nâbi mi dedi? O iki cihan peygamberi, Nâbî gibi bir zavallıyı, günahkârı ümmetinden saymak lütfunu mu gösterdi?” der. “Evet” cevabını alınca da Nâbî, sevincinden kendinden geçer, bayılıp düşer.
“Mürâât-ı edeb şartıyla gir Nâbi bu dergâha,
Metâf-ı kudsiyâdır bûsegâh-ı enbiyâdır bu.”
(Ey Nâbi, bu dergâha edebin şartlarına riayet ederek gir. Zirâ burası, büyük meleklerin etrafında pervâne olduğu ve peygamberlerin hürmetle eğilerek öptüğü tavaf yeridir.)
Hz. Peygamber âşığı, edep kahramanı, şair Nâbî’ye ve aşk medeniyetinin onun gibi ediplerine selâm olsun.