İşte Akif’in, Balkan Harbi’nin acıları içinde yüreğinden kopan ızdırabının mısraları…
İbn-i Haldun’un “Coğrafya kaderdir.” ifadesini okuduğumda anlam kazandı medeniyetimiz ve Anadolu’muz…
Sezai Bey’in Hızırla Kırk Saat’te geçen,
“Ey yeşil sarıklı ulu hocalar bunu bana öğretmediniz
Bu kesik dansa karşı bana bir şey öğretmediniz
Kadının üstün olduğu ama mutlu olmadığı
Günlere geldim bunu bana öğretmediniz”
…
mısralarını okuduğumda da 93 Harbi katliamları ve sağ kalan muhacirlerin Anadolu’ya ulaşabilenlerinin acı anlatımları gelip oturur zihnime. Belki çok derin ve ince bir sitemi barındırdığı için mi, bilmiyorum.
Çocukluğumun silik izleri içinde hatırladığım bir söz, Akif’in “Gitme ey yolcu, berâber oturup ağlaşalım:” sözü. Çok sonraları “Balığın çıktığı kavaktan bahseden tarih”i öğrenmek zorunda kaldığımda ruhum kabul etmedi hiç, öğretilmeye çalışılanları…
“Gitmeyin, geç oldu. Kalın da anlatalım, beraber oturup ağlayalım.” derlerdi. Herhalde sabaha kadar otururlar, konuşurlar; Osmanpazarı derler, Razgrat derler, Şumnu, Deliorman, Filibe, Hızırlı, Kayalar, Edirne, Trakya, Bursa, Balıkesir… derler, konuşurlar, ağlarlar, yine konuşurlardı, yanmış yağ yakılan isli kandil ışığında…
Misafir gelmiş, derlerdi. Gelen yaşlı amca ve teyzelere derin saygı duyarlar, onları, işlemeli yüzleri olan yün yorganlarla örterler, yün yer döşeklerinde uyuturlardı. Uyuturlardı demek pek yakışık almaz hani, çünkü misafirler çok az uyurlar; eğer yaz günü ise topraktan ve kerpiçten yapılmış köy evinin toprak zeminine bir posteke (hayvan derisi) üzerinde bilmem kaç saat uzanırlardı. Ne zaman uyurlar, ne zaman kalkarlardı, çocuk halimizle bilemezdik. Çoğunlukla bir iki olan sayılarının beşe kadar çıktığı da olurdu.
Büyük sofralar kurulur, su değirmeninde öğütülmüş gerçek buğdayın ekmeği ile yemekler yenir, şükür ve aminlerle kalkılırdı sofralardan.
Ninem, 102 yaşında göçtü dâr-ı bekâya,70’li yıllarda. Osmanpazarı’ndan, 12-13 yaşındayken, birçoğu yollarda şehit edilerek, kaderinde sağ kalmak yazılı olanlarla, 93 Harbi esnasında öküz arabalarıyla gelmişler İstanbul’a. Öküz arabaları sal’la Boğaz’ın Anadolu tarafına geçmek için sıraya girmişler de üç gün sonra sıra gelmiş ninemlere.
Hep ağlardı ninem, 90 sene hep ağladı. Bebeği havaya atıp altında kılıç tutan gâvurları, köylülerin samanlıklara doldurulup ateşe verilmelerini, şimdi yazmaya bile asla yüreğimin dayanmayacağı zulümleri ve daha neleri ve neleri anlatırken hep ağladı. Ağlamadığı gün yoktu. Birinci Dünya Savaşı’nı, kıtlıkları, sonra İkinci Dünya Savaşı’nı, tek parti dönemini görmüş, yaşamıştı. Yitirilen bir medeniyetin gözyaşlarıydı, gözlerinden dökülenler. Çiçek işlemeli bir peşkiri vardı, onunla silerdi gözyaşlarını. O çocuk halimizle, biz çocuklar da ağlardık, dinlerken. Öyle ki, belki ağlayarak sağlıklı kaldı ninem. O kadar sağlıklıydı ki irtihâline üç ay kalana kadar odun keser, çapa yapar, köy çeşmesinden bakırlarla su getirirdi. Yün eğirir, kumaş dokurdu. Harp ağıtları ve ilâhiler söylerdi. İşte gelen misafirler, ninemin yakın akrabaları, akrabalarının çocukları veya köylüleriydi.
Ağlamanın unutturulduğu çağlara geldik.
Yüreklerimizin taş, sofralarımızın bereketsiz, zamanlarımızın yetersiz, ihtiyaçlarımızın sınırsız, insanlarımızın sevgisiz, varlık içindeki çocuklarımızın mutsuz, ruhlarımızın aç, nefislerimizin doyumsuz olduğu vakitleri gördük.
Yıllar sonra üniversite okumak için İstanbul’a gittim. Bir gün Sahaflar Çarşısı’nda kitaplara bakarken bir kitap ilişti gözüme: Zağra Müftüsünün Hatıraları, Hüseyin Râci Efendi, Sadeleştiren M. Ertuğrul Düzdağ. Arka kapağında şöyle yazıyordu: “Bu kitap ‘93 Harbi’ diye anılan 1877-78 Moskof Harbi’nde Rumeli’deki müslüman kardeşlerimizin başına gelenleri bizzat yaşamış olan Zağra Müftüsü Hüseyin Râci Efendi’nin, hemen o günlerde kaleme aldığı hâtıralarıdır…”
Aldım kitabı ve büyük bir tahassür içinde, zaman zaman ağlayarak, dört-beş günde zor okudum. Çünkü Râci Efendi’nin anlattıklarıyla ninemden çocukluğumda duyduklarım bire bir örtüşüyordu. Bu kitapla buluşmamı da sevinçle karşıladım.
Uzun söze hâcet yok.
Üstâd Aydın Ayhan Bey’in Balıkesir’in Kimliği adlı 636 sayfalık şâheser kitabının (Balıkesir Büyükşehir Belediyesi/Kent Arşivi Yayınları No:3) 233. sayfasından aldığım muhâcir hatırasıyla bitiriyorum:
“Muhâcir kafilesi çamurlara batmakta, bir yandan rüzgârla savrulmaktadır. Edirne’ye kavuşmak ve oraya sığınmak için yola düşmüşler, aç, çıplak ve perişandırlar. Günlerdir uykusuzdurlar. Bir kadın, kucağında bir çocuk, sırtında bir çocuk, bir de elini tuttuğu üçüncü bir çocuğu ile kafileden kopmamaya gayret etmektedir. Soğuk ve yağmur altında çocuklarıyla ilerlemek çok güç oluyordu. Kafile uzaklaşıyor, çocuklar ağlıyordu. Kafileden ayrılmak çaresizlik içinde ölüm demekti. Geri kalmak, düşman eline düşmek demekti. Geri kalmak çamurlara saplanıp soğuktan hep birlikte ölmek demekti. Muhacir kafilesi gözden kaybolmak üzereydi. Elini tuttuğu oğlu ağlıyordu. Kadının karar vermesi gerekiyordu. İki çocuğunu kurtarabilirdi. Kadın, çamura saplanmış oğlunun elini bırakıp yürüyüverdi. Hıçkırıklar içinde yürüyordu. Evladının kendisini çağıran sesi gittikçe arkada kalıyordu. Kafileye yetişmeliydi. Bata çıka, düşe kalka yürüyordu.
Kafile Edirne’ye varınca, Selimiye camiinde muhacir barınaklarına yerleştirildiler. Kadın ağlıyordu, yüreği yanıyordu. Kulaklarında sadece yavrusunun kendisini çağıran feryatları vardı. Sadece o sesi duyuyordu. Birden kendisine seslenildiğini işitti. Oğlunun elinden tutmuş bir asker, çocuğun annesini arıyordu. Koştu, sarıldı çocuğuna anne. Ağladı, ağladı… Çocuk, çamur içinde yapayalnız ağlarken, arkadan, çekilmekte olan askerlerimiz bulmuş, sırtlarına alarak getirmişler, muhacir kafileleri arasında çocuğu tanıyanları bulmuşlar. Sonra düşmanın oraya da yaklaşması üzerine muhaceret gene başladı. Günler, haftalar, aylar süren muhaceretten sonra Anadolu’ya geçebildiler.”