Bizimle İletişime Geçin

Eğitim

Acıların İzindeki Öğretmen-2 

EKLENDİ

:

O gün ders bittiğinde ilk acıyı görmüştü Zeliha Öğretmen ama bunun dünyanın en büyük acısı olduğunu düşünmüyordu. Çünkü telafisi mümkün acılar üstesinden gelinebilecek ve unutulabilecek acılardı. O gün ders bittiğinde öğretmenler odasında oturmuş, dünyanın en büyük acısının ne olabileceğini düşünüyordu. Tam kalkacağı sırada içeriye mezun öğrencilerinden Ömer girdi. Zeliha Öğretmeni görünce buruk bir tebessümle doğruca onun yanına gitti. 

“Merhaba öğretmenim! Sizi gördüğüme çok sevindim…” 

“Ömer, ben de seni gördüğüme çok sevindim. Ama gözlerindeki hüznü okumamak mümkün değil?” 

“Öğretmenim siz hep böyleydiniz. İlk önce gözleri okurdunuz, sonra da yüreklere dokunurdunuz. Sizi bunun için tüm arkadaşlar çok seviyorduk ki hâlâ seviyoruz…” 

“Peki öyleyse hadi bakalım hüznünü okudum, açıklamasını sen yap! Neden bu hüznün?” 

“Öğretmenim, bu sene sınavım çok kötü gitti. Bir daha çalışıp çalışamayacağını bilmiyorum. Ve başarısızlık yüreğimde büyük bir sıkıntıya neden oluyor. Aklımdan kötü düşünceler geçiyor…” 

“Bak sen şu Ömer’e hele! Aklından kötü şeyler geçiyormuş. Neden? Bu sene istediğin yere gidemedin diye… Bak Ömer’im, sen istediğin bölüme gidemedin, yoksa başarısız bir öğrenci değilsin. Aldığın puan birçok öğrencinin hayalini süslüyor. Bu birikiminle gelecek sene hedefine ulaşman mümkündür. Başarının sırrı hayalini gerçekleştirme inancını kaybetmemektedir. Senin bir hayalin var değil mi?” 

“Evet öğretmenim var.” 

“O halde hayali olanların hayalini gerçekleştirmeleri için zamanı iyi kullanmaları ve kendilerine olan inancı kaybetmemeleri gerekir. Önünde uzun zaman var ve senin birikimin iyi… Sevgili çocuğum, hayalimizi gerçekleştirmek için bir sene uzun bir zaman değil. Ama başaracağına olan inancını kaybedersen uzun yıllar bunun acısını çekersin. Bunun için karamsarlığı bırakıp umut kuşunun kanatlarında geleceğe yönelmeni isterim. Güzel haberlerini bekliyor olacağım.” 

“Teşekkürler öğretmenim. Yüreğimdeki sıkıntıyı aldınız. Karamsarlık bulutları dağıldı. Siz gönlümüzün ışığısınız. Bugünden tezi yok disiplinli bir şekilde çalışmaya başlıyorum. Şunun şurasında sınava ne kaldı ki?” dedikten sonra tebessüm ederek Zeliha Öğretmene, ellerinden öperek veda etti. 

Zeliha Öğretmen öğrencisinin ardından gülümseyerek baktı. Zamanla halledilebilecek sorunların en büyük acı olamayacağını düşündü. Öğrencisinin yüzündeki tebessüm onu da mutlu etmişti. Çantasını aldı. Öğretmenler odasından çıktı. Yüreği sevinç doluydu. Bir öğrencisine daha umut olabilmenin haklı gururunu yaşıyordu. Bir öğretmenin sahip olabileceği en büyük hazine; sevilebileceği, saygıyla anılacağı yüreklerdi.  

Arabasına bindi. Okulun bahçesinden yeni çıkmıştı ki sağ taraftan hızla gelen bir araç kendisine çarptı. Zeliha Öğretmen sarsıldı. Ancak her zaman ki gibi emniyet kemerini takma hususunda gösterdiği hassasiyet sonucu kazayı ucuz atlattı. Arabadan indi. Kendisine çarpan arabada hasar olduğu gibi şoför de yaralanmıştı. Onun emniyet kemeri takılı değildi. Hemen ambulansı aradı. Sağdan soldan kendisine yardıma gelenler oldu. Pınar öğretmen olaya şahit olmuştu. O da korkuyla arkadaşının yanına gitti:  

“Nasıl hissediyorsun Zeliha?” 

“Teşekkürler Pınar! İyiceyim. Cana gelmeyen acı telafi edilebilir. Çok şükür canım sağ ve iyiyim.” 

O sırada ambulans gelmişti Acil müdahaleden sonra yaralıyı hastaneye götürdüler. Zeliha Öğretmen duygularını kontrol etmesini bilen, dirayetli biriydi. Kazadan sonra arabayı sanayiye götürüp tamire bıraktı. Gelip kendisini alması için babasını aradı. Bahattin Bey heyecanlanmıştı. Kızının başına bir şey gelmiş olma düşüncesi onu üzmüştü. Ama Zeliha Öğretmen ile karşılaşınca üzüntüsünün anlamsız olduğunu anladı. Çünkü o gayet iyiydi ve gülümsüyordu.  

“Kızım araban bu halde ve sen hâlâ gülümsüyorsun!” 

“Babacığım parayla telafi edilecek bir konu hakkında niye canımı sıkayım ki? Çok şükür iyiyim ve arabam tamir ediliyor. Ya canıma bir zarar gelseydi? Parayla, zamanla, tecrübeyle telâfi edilecek acılar büyük değil baba! Ben bugün daha büyük bir acının peşindeyim. Bugün birçok acıyla karşılaştım. Ama bunların en büyük acı olduğunu düşünmüyorum.” 

“Garip bir ödevmiş kızım! Biz annenle konuşurken hep şunu derdik: herkesin acısı kendisine büyüktür.” 

“Evet babam doğru diyorsun, bu sözü rüyamda da söylediler. Ama ben daha büyük bir acıyı, insandan insana değişmeyen büyük bir acıyı arıyorum…” 

Bahattin Bey cevap veremedi. Sustu. Kızına baktı. “Haydi eve gidelim.” diyerek kızını, izini sürmeyi düşündüğü acının düşüncesiyle baş başa bıraktı.  

Sahilden eve gidiyorlardı. Martılar uçuşuyordu gökyüzünün maviliğinde, dalgalar çarpıyordu hırçınlığıyla kayalara. Gözüne bir çocuk çarptı. Sahilde yalnız başınaydı. Arkası dönüktü ve uzaklara bakıyordu. Kırmızı bir gömleği, mavi bir pantolonu vardı. Onu görünce adını koyamadığı bir sızı hissetti. Babasına durmasını isteyecekti ama birden sanki nutku tutulmuş gibi sessiz kaldı. Gözleri ise hâlâ o çocuğu takip ediyordu. Zeliha Öğretmen eve gelmişti ancak yüreği sahilde yalnız başına uzaklara bakan çocukta kalmıştı. İklima Hanım kızının kaza yaptığını duyduğu için endişeli gözlerle onu bekliyordu. Gözlerinde yaş, kızını karşıladı. Onu sağlam ve mütebessim görünce yüreğindeki karamsarlık bulutları dağıldı. 

“Kızım korkuttun! Şükür Rabbime bir şeyin yokmuş!” 

“Anne hamdolsun canımıza bir zarar gelmedi. Arabamızda tamirde. Ben de ailemin yanındayım. Dertlerimle dertlenecek bir ailemin oluşundan daha büyük bir mutluluk olur mu? İnsan kendisini yalnız, kimsesiz hissetmedikçe üstesinden gelemeyeceği bir sorunu yoktur. Bunu bana siz öğrettiniz. Nice acılar, sıkıntılar yaşadık ama birlik olan yüreğimiz hepsinin üstesinden geldi…” 

“Maşallah iyi olduğun her halinden belli oluyor. Ne güzel sözler ediyorsun. Haydi bakalım içeriye geçelim de yemeğimizi yiyelim.” 

Anne, baba ve evlat birlikte içeriye geçtiler. Zeliha Öğretmen mutfağa annesine yardıma geçti. Akşam yemeğini yedikten sonra bahçeye çıkıp trafik gürültüsünden uzak, çay keyfine hazırlanıyorlardı. Bahattin Bey semaveri yakıyordu. Zeliha Öğretmen tepside bardakları getirip masanın üstüne bıraktı.  

Akşam olmuştu. Güneş çekilmiş, Ay gülümseyen yüzüyle yeryüzüne bakıyordu. Ve Zeliha Öğretmen Ay’ın tebessümünde bir burukluk hissetti. Ay’a dikkatli baktı. Sahilde gördüğü çocuk, hilal şeklindeki Ay’ın gözlerinden kendisine bakıyordu. Gözlerini ovaladı. Tekrar ve dikkatli bir şekilde baktı. Şimdi Ay tekrar eski gülümsemesiyle kendisine bakıyordu.  

“Galiba hayal görmeye başladım. Bugünün yorgunluğundan olsa gerek!” diye düşünürken babasının semaverle yaptığı mücadeleyi gülümseyerek izledi. Biraz sonra zafer kazanmış bir komutan edasıyla Bahattin Bey semaverin başından kalktı. Savaş meydanından dumanlar yükseliyordu.  

İklima Hanım da elinde pasta böreklerle bahçedeki ekibe katıldı. Deniz melteminin esintisi hissediliyordu. Zeliha Öğretmen birden ürperdi. Sanki üşüyormuş gibi bir hisse kapıldı. Babasının zaferini kutladığı ziyafet sofrası gözlerinde buharlaştı. Çay ve börek… Yaşadığı sıkıntıları yaşamın kıyısında bırakarak akşam ailesiyle keyifli bir zaman geçirecekti. Ama birden anlam veremediği bir daralma hissetti yüreğinde. Daha yemeye bile başlamadığı börekler boğazında düğümleniyordu.  

“O çocuk… Onu görmeliyim. O beni çağırıyor.” Bu düşüncelerle ayağa kalktı. Anne babası şaşkın gözlerle kızlarını takip ediyorlardı. Ne olduğuna anlam vermeye çalışıyorlardı. Bahattin Bey sordu: 

“Kızım ne oldu, birden böyle ayaklandın?” 

“Bilmiyorum baba… Beni kendisine doğru çeken bir şey var. Ben de ne olduğunu anlamaya çalışıyorum. Ama gelirken sahilde bir çocuk gördüm. Bilmiyorum nedendir, onun görüntüsü beni, kendisine çağırıyor sanki. Müsaade ederseniz oraya gideceğim!”  

Zeliha Öğretmen babasının arabasını aldı. Onların garip bakışları arasında arabaya bindi ve çocuğu gördüğü yere doğru direksiyonu çevirdi. Deniz fenerine yakın bir yerdeydi. Arabayı yavaş ve dikkatli bir şekilde sürüyordu. Zeliha Öğretmen kalabalıkların arasında kendisini yalnız hissetmeye başlamıştı. Gözünün önüne dünyada yaşayan yaklaşık sekiz milyarı aşkın insan geldi. Dünyanın her tarafından, farklı milletlerden insanlar… 

“Dünya ne kalabalık bir yer ve insan ne yalnız bir birey! Bu kadar kalabalığın içinde yalnızlık ne kötü bir şey ya Rabbi!”  

O an aklına rüyasında gördüğü Yalnız Dost geldi.  

“Zavallı dostum! Seni öyle bırakmak beni çok üzdü biliyor musun? Kimsesizlik… Of Allah’ım ne olur gönlüme genişlik ver! Şimdi ben ne yapıyorum burada ve niye geldim?”  

Zeliha Öğretmen kendi dünyasında dolaşırken çocuğu gördüğü yere geldiğini fark etti. Arabayı kenara çekti. Saat ilerlemişti. Sahil sessizdi. Sadece hırçın dalgaların kayaları döverken çıkardığı ses yankılanıyordu. Evden çıkarken üstüne bir şey almadığını, rüzgârın serinliği bedeninde dolaşırken anladı. Titredi. Elleriyle kollarını ovaladı. Şimdi sahilde yalnız başınaydı. Gözleri etrafı kolaçan ediyordu. Yüreğini dinginleştirecek bir şey arıyordu. Kendisinin buraya gelmesine neden olan çocuğu görmek umuduyla sahilde yürümeye başladı.  

Ayın ışıkları denizde yansıyordu. Parıltıları göz kamaştırıyordu. Zeliha Öğretmen ışıkların dansına daldı. Bir müddet daha orada durdu. Dalgaların sesi yüreğinde yankılanıyordu. ‘Hayat mı hırçın yoksa dalgalar mı daha hırçın?’ diye düşünürken duyduğu sesle irkildi:  

“Bu, bu, onun sesi, onun sesi!” diyerek heyecanla sağa sola bakınmaya başladı. İleride bir köpek denize doğru bakarak havlıyordu. Zeliha Öğretmenin gözlerindeki sevinç parıltıları geceyi aydınlatıyordu. Hızlı adımlarla oraya doğru ilerledi. Yaklaştıkça rüyasında gördüğü köpeğe çok benzediğini fark etti:  

“Yalnız Dost!”  

Sesi dalgaların sesine karışmıştı. Ama köpek ondan kaçmıyordu. Yanına oturdu. Kahverengi tüylerini okşadı. Onunla birlikte denize, uzaklara baktı. Kendisini buraya neyin çektiğini şimdi daha iyi anlıyordu.  

Yalnız Dost kendisiyle bir müddet kaldıktan sonra aynı rüyasındaki gibi arkasını dönüp oradan uzaklaştı. Ama bu sefer giderken arkasını dönüp havlayarak sanki kendisini takip etmesini istiyordu. Zeliha Öğretmen merak ve heyecanla onun peşinden gitti. Sahilde tek tük insan görünüyordu. Sessizliği ise sadece dalgaların hırçınlığı bozuyordu. Biraz sonra Yalnız Dost bir bankın önünde durdu. Havlamıyordu. İki ayağı üzerine dikilmiş, bankın yanında duruyordu.  

Korkarak ilerledi. Bankın üzerinde bir karaltı fark ediliyordu. Etrafta kimsecikler yoktu. Yalnız Dost’un gözlerine baktı. Bir yanardağ görüyordu gözlerinde. Derinlerdeki yakıcı lavlar sanki fışkırmaya hazır gibiydi.  

Ve acıyı hissetti yüreğinde… Aradığı acı, Yalnız Dost’un gözlerinden elini uzatıyordu kendisine. O eli tutmak için ağır adımlarla ilerledi. Bankın yanına geldi. Bütün korkusunu bastırmış, bankın üzerindeki karaltıya dokunmuştu. Dikkatle baktığında üstünde kırmızı bir gömlek, altında ise mavi bir pantolon vardı.  

Yüreği, pencereye çarparak kurtulmaya çalışan bir serçe gibiydi. Eli titreyerek saçlarına gitti. Uzun, düz saçları okşadı. Eli kadar yüreği de titriyordu. Yalnız Dost uzun uzun havladı. Ve Zeliha Öğretmenin elinin altındaki baş, uyanan bir toprak gibi doğruluyordu.  

Ürktü ilk önce. Geri çekildi. Gözlerinde, uyanan yanardağın magmaları fışkırıyordu. Gözlerinden süzülen lavlar yanağını yakıyordu. Şimdi karşısında on iki, on üç yaşlarında bir kız çocuğu oturuyordu. Dalgaların büyük bir fırtınaya dönüştürdüğü gözleriyle, Zeliha Öğretmene bakıyordu. Ve şimdi gözler konuşuyordu.  

Okumasını bilenlere en iyi kitap gözlerdi aslında. Ama her şeyin salt akademik başarıya odaklandığı bir dönemde kimse gözlerle ilgilenmiyordu. Ve hüzünler sahipsiz kalıyordu.  

Kimsesiz hüzünler… Onun kendisinden korkmadığını fark edince şaşırdı.  

“Korkmuyor musun?”  

Şimdi Zeliha Öğretmenin eli Yalnız Dost’un tüylerindeydi. Yüreği söylenecek söze odaklanmıştı. Kız çocuğu erken olgunlaşmış bir meyve gibiydi. Elinden tutan olmazsa çabuk çürüyecek bir meyve…Çabuk olgunlaşanlar çabuk çürüyordu çünkü. Ve söz Zeliha Öğretmenin yüreğinde yankılandı:  

“Kaybedecek bir şeyi olmayanın korkacak bir şeyi olabilir mi?” 

Söz yaşın çok üstündeydi ve bir fay hattı oluşturmuştu yüreğinin derinliklerinde. Daha fazlasını sormaya korktu. Banktan kalktı. Denize doğru yürüdü. Şimdi arkası dönüktü. Akşamüstü gördüğü gibiydi. Uzaklara bakan yalnız bir yürek… Zeliha Öğretmen aklında kalan bir şiiri mırıldanırken yağmur çiselemeye başlamıştı: 

Yağmur yağıyordu 

Ben ağlıyordum 

Sokaklar soğuktu 

Yüreğim ise boş 

Şimşekler çakıyordu 

Duygularımın gökyüzünde 

Anlaşılmak diyordum 

Ne kadar zormuş meğer 

Bir çocuk olarak yaşarken 

Solmuş bir yuvanın bedeninde 

 

Şiiri bitirdiğinde arkasındaki bankın yanında duran kız çocuğuna baktı. Onu anlamaya çalışıyordu. Bir öğretmen sadece öğrencilerinin değil öğrencisi olacak bütün insanların gözlerinden sorumluydu. Ve bu sorumluluk bilinciyle kalbindeki acıyı dil kovasıyla çekip kız çocuğuna sundu:  

“Bu saatte dışarıda olman doğru değil. Niçin evine gitmiyorsun?” 

Çocuk, Zeliha Öğretmene döndü. Saçları dalgalanıyordu rüzgârda. Usul adımlarla ilerledi. Yalnız Dost’un yanında durdu. Eğildi. Tüylerini okşadı. Yanaklarından öptü.  

“Evim, arkadaşım, annem, babam bu! Ben evindeyim. Ve tek bir korkum var: evimi kaybetmek!” 

Zeliha Öğretmen bir çocuğa, bir de Yalnız Dost’a baktı. İkisinin de gözlerinde aynı acı vardı: yalnızlık ve kimsesizlik… Geceleyin kendisine ödev olarak verilen sorunun cevabını geceye yakın Yalnız Dost’un yanındayken buldu. Evet bazen hakikatler hep yanı başımızdadır da farkında değilizdir. Ödevin cevabı Yalnız Dost’tu ve bunu yeni anlıyordu. Zeliha Öğretmen iki yalnız arkadaşını kollarına sararak onların şahsında tüm insanlığa seslendi: 

“Gözlerinizi gökyüzüne çevirin, bakın! Milyonlarca gezegen… Ama içinde yaşayacağımız bir dünyamız olmasaydı evrenin boşluğunda kaybolup giderdik. Boşluk… Evet bir insanın içinde yaşayabileceği, umutlarını yaşatabileceği, sevincini ve hüznünü paylaşabileceği, yalnızlığını giderebileceği bir evinin ve yuvasının olmayışı en büyük acıdır. Kimsesizlik… Ne büyük bir acı ya Rabbi! Evet, evet Yalnız Dost seni ve küçük arkadaşını anlıyorum! En büyük acı sizin ve sizin gibi yalnızlığa mahkûm olmuş yuvasızların yaşadığı acıdır. Çünkü yanında olacağı, elinden tutacağı, dertlerini paylaşacağı bir kimsesi olmayan insanın acısı en büyük acıdır.  

Yalnız Dostlarım! Ben, sizin arkadaşınız, yoldaşınız, acılarınızı ve sevinçlerinizi paylaşacağınız dostunuzum.  Bundan sonra artık sizin de bir yuvanız var ve acılarınıza ortak olacağım sevgili dostlarım.” 

Sözü bittikten sonra rüyasını hatırladı. Ve denizin üstündeki bulutlara baktı. İki koluyla sardığı dostlarını okşayarak geceye, karanlığa ve kimsesizliğe haykırdı: 

“Dünyanın en büyük acısı, kimsesiz ve yuvasız olmakmış; dostlarımdan bunu anladım. Ve milyonlarca evin arasında kapısını çalacağı bir evinin olmayışıymış en büyük acı!”  

Şimdi üç arkadaş evlerine doğru sevgi dolu yürekleriyle ilerliyorlardı.  

Ve acılar, gecenin karanlığında, sevmesini bilen bir yüreğin aydınlığında kayboluyordu. 

 

Daha Fazla Yükle

Yorum Bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Çok Okunanlar

Pin It on Pinterest