Bizimle İletişime Geçin

Edebiyat

Ada Vapuru

İnsan kitaba benzemez mi peki? Son sayfasını okuyup çantasına koyduğu ve her defasında Bay Zweig dediği yazarın Bilinmeyen Bir Kadının Mektubundaki kurgu,okurun kalbinde titreme ile dokunma arasında bir bozgun alanı yaratıyordu.

EKLENDİ

:

         Bu vapuru kaçırırsam beni belki de cinnet basar

                                                                                                                                    Jazz

                                                                                                                                   İsmet Özel

                                                                       ​​​             yüreğimin aynası ikiyüzlü deniz

                                                                                                                             Lautréamont

 

Hiçbir şey bilmediği bir konuda yazmayı denemek istedi.

Yazılı olan bu metin, konuşmanın ve sözün dil olanağını yaratıp dil dışı gerçekliği temsil etmekten uzaklaşma çabasıdır.Artık kendini, çok genç ama aynı zamanda inanılmaz yaşlı hissetmeye başladı.  Ölmek üzerine yazmak gibi geldi ona.

Ada, adada yaşamak, adaya düşmek, ada vapuru, SanchoPanza’nın bir adaya vali olması gibi çağrışımları zihnindedolaştırıp durduktan sonra adada bir yaşam kurdu. Dışsal olgular zaten vardı fakat içsel olanlar için bu adayı ve ada vapurunu inşa etmişti. İnşa etmek onun en mahir olduğu bir alandı. Her gün bir saatin, ustası tarafından parçalara ayrılıpbirleştirilmesi gibi birleştirmekteydi kendini?

Bu vapura kaç kez binmişti, kurduğu adada Gogol’un eski zaman beyleri gibi hükmünü sürüp durmamış mıydı? Şimdi her şeyin bozulduğunu söyleyenler aslında eskinin mütemadiyen devam etmesini istiyorlardı. Vapurdaki insan yüzlerini huzursuzluk, bunalım, ümitsizlik ve karanlıklarından oluşan bir bekleme salonuna hapsettiği için suçluluk duygusunu yaşamı boyunca omuzlarında taşıdı. Vapurla birlikte suyun dibine gömülmek çabasına girince kendini ayıpladı. Fakat konuşmalara kulak kabartınca seslerin buna yardımcı olabileceğini kabul etti. Küfürlerle konuşanların yüzlerine bakınca S. Plath’ın babasına olan öfkesine benzer bir öfke içinde buldu kendini. Hayatındaki olumsuzluklara olan öfkesi daha baskın olduğu için yaşam ve zaman denizinden adaya, evine ve bahçesindeki çiçekleri ve ağaçları budamak için kullandığı makasın çıkardığı sesin gıcırtılarını duymak için muhayyilesine göz atar gibi gözlerini kısmıştı.Sonra neyi aradığını bilmeyen ama bir arayışın peşinde olduğunu da belli eden eskitilmiş bakışlarını dalgaların derinine bıraktı. Bu dalgaların çıkardığı seslere karışan,kaptanın boğuk sesiydi. İlk çocuğunun ismini Deniz koymuş,ikincisine gelince Derya olsun denilmiş; böylece derya ile deniz isimleri rüzgârın alıp getirdiği sözcüklerle kaptan kamarasından vapurun dalgalarla boğuşma seslerine karışmaktaydı. Soluk tenli güverte lostromosu iyi bir dinleyendi. Dinlerken onaylamaya hazır olduğunu kollarını bağlama şeklinden ve bir meydan savaşından kalan bütün düelloların anlatıcısını dinleme suskunluğundaki hâlinden anlardınız. Konuşması bitmeye yakın;

Biz denizciler suya doğarız, dedi.

Çok zordu önceden denizci olmak. Şimdi öyle mi? Yumurta küfesi gibi dağıtıyorlar denizciliği. Adadaki Rum komşusuPoseidon’un denizi yarıp kendini göstermesi gibi evlerini ayıran duvardan kafasını gösterirdi. Denizi bu kadar sevmeleri Dolfin’e tapınaklar kurdurmuştu. Bu tapınaklar ibadet içindeğil sanatın bir tür temsili içindi. Van Gogh’un ayakkabılarla hakikati açmasını böylelikle gerçeğin nesnesi olmaktan sanatı kurtardığını, sanat ve hakikat üzerine başlattıkları tartışmanın hâlâ devam ettiğini konuşmuşlardı aralarında.Bir göletin etrafındaki kurbağalar gibiyiz dememiş miydieski bir düşünürleri zaten.

Ada vapuruna ikişerli üçerli sıra hâlinde binerken dikkatini celbeden kadın, deniz mavisine yakın boyamıştı uzun saçlarını. Sezen Aksu’nun “Ada vapuru yandan çarklı şinanay şarkısını mırıldanıp duruyordu. Bu zamanda kimin aklına gelir ki böyle bir şarkı? Belli ki resmî bir bayramda çocuklar için çalınmıştı. O da oradan alarak simitçi, kahveci ve gazozcuyu diline dolayıp vapura kadar getirmişti. Etrafına hiç bakmamak âdet olmuştu artık. Mavi saçlarını denizmeltemlerinin savurması dikkatini çekmesini sağlayan tek şey değildi aslında, çantasından bir çırpıda çıkardığı kitabı oturduğu banka arka kapağı üste gelecek şekilde koymasıydı,hangi kitabı okuduğunu neden bu kadar merak ediyordu?Anlam verememişti bir başkasının okuduğu kitabın ne olduğuna. Başkasının bir başkasıyla kurduğu ilişkinin beni çekmesi neden?

İnsan kitaba benzemez mi peki? Son sayfasını okuyup çantasına koyduğu ve her defasında    Bay Zweig  dediği yazarın Bilinmeyen Bir Kadının Mektubundaki kurgu,okurun kalbinde titreme ile dokunma arasında bir bozgun alanı yaratıyordu.

Konuşmalar fısıltı dağlarına dönüşmüştü. Dalgalara karışıpvapuru yavaş yavaş sallayan rüzgârın etkisiyle yüzüne çarpıyordu. Fısıltıların âhengini bozan, martı sesleriydi. Bu sesler içinde süren yolculuk, onu bekleyen zeytin ağaçlarıyla dolu bir bahçeden ziyade, çiçek açmaya durmuş kiraz ağaçlarının gölgesindeki eve ulaşma heyecanına bıraktı yerini.Odysseus’un İthaka’yı bulması gibi dünyadaki yerini bulma isteğini kaybetmek istemiyordu. Odysseus gibi yerinden bir savaşla uzaklaşmak zorunda kalmışlığı onu, adada kurduğu evi bulması için daima bu vapura getiriyordu. Bahçe kapısının yeşili ile güneş sarısı pencere pervazları adaya mahsus bir bütünlük vermişti. Kapıyı açsa kiraz ağaçlarının her renkten çiçeklerine dokunsa, altına serili şiltenin üzerine yatıp gölgelense mavi saçlı kadını unuturdu. Vapur; arka tarafında bacası hafif göğermiş dumanlarına veda ederken, boğulmak üzere olan bir buzağı gibi sesleri adaya ulaşıyordu. Artık adaya, varlıklar hiyerarşisinin uyumlu alanına ulaşmak sanki Platon’un Pire‘ye inişi gibi ütopyaya  iniyordu. Vapurdan inişle dünyaya adım atmak arasındaki bu kısa zaman diliminde doğum ile ölüm arasındaki zamanın dönüşümüözdeşleştirmeye çabalıyordu. İçinde, bu düşünceyi yoğuran ne varsa -obsesif bir şeydi ve sürekli yapıyordu– onu bulup kafasını ezmek istiyordu. Vapurdan indi. Yürümeye başladı,bir yandan da mavi saçlı kadını arıyordu gözleri. Gizli bir duygu, göğsündeki nefesi sıkıştırıyor, oksijenin kalbe dokunan kısmına yanma hissi veriyordu.

Cibran’ın ‘’Neden aklımız sünger gibidir, yüreğimiz ise ırmak?’’ dediğini okumuştu bir kitapta. Akıp giden nedir? Aklın süngerliği kötülük övgüsüne dönüşmeden duramaz mı? Tanrının insana neler bahşettiğini görmeden nasıl yaşarız? Bu yazının vapurda birlikte yolculuk ettiği mavi saçlı kadına tesadüf etme olasılığı ne kadar da azdı. Yeşil kapısı ile kendisini bekleyen evine yaklaşıyordu. Çiçeklerin kokuları burnunu yoklarken; bu yazıya başlarken bahse konu olan,aslında yazının kendisi olduğunu veya kâğıt üzerindeki tam yalın bir tasarım olarak yazılı olanın neyi taşıdığı; gerçekteyseneyin taşındığı arasında bu gediği anlamaya çabalıyordu.Sözmerkezciliğin bir tür fallusa dönüştüğü, var olanın ayrıcalıklı kabul edildiği bir evrende söz babadır. Yani babanın (söz-logos) mevcudiyeti olmadan metnin kendisini yok edeceğine, sadece bir yazıdan ibaret kalacağına ve sözün hakimiyetinin devam edeceğine kanaat getirdi.

 

Adaya varınca hemen evine ulaşmak için adımlarını sıklaştırdı. Her adımı ayırım ve izleri temsil etmekteydi.Adımları kendisinden önceki izler tarafından belirlenmekte ve yeni izler bırakmaktaydı. Böylece evine varmıştı. Vapurdaki mavi saçlı kız (Teoria), Gılgamış’ın kollarında, geri dönülemezlik alanına yatan Enkidu’yu insana dönüştüren biriydi artık. Bu evde sadece yaşlı kadınla değil Teoria ile de komşu olduğunu anladı. İnsanlar tarafından yaratılmayan kozmosun bir parçasıyız, dedi.

Daha Fazla Yükle

Yorum Bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Çok Okunanlar