Yaratılmışların en şereflisi olma liyakatini, akıl ve gönlün kutsal emaneti taşıma sorumluluğuna borçlu olan insanoğlunun çok önemli olay ve durumlar karşısında hissettiği duygular vardır: Acı, sevinç, hüzün, sevgi, nefret, merhamet, çaresizlik, pişmanlık, yalnızlık… Bu duyguları derunî âleminde yaşayan insan, tepkilerini bazen gülerek bazen de ağlayarak gösterir.
Ağlamak, insanın en tabiî duygu tezahürlerinden biridir. Eğer insan, yürek yoksulluğu içinde, buz çölünde yol almıyor ve içindeki çocuğu tam olarak öldürmemişse!
Hayatın anlamını “eğlenmek ve gülmek” üzerine oturtmuş, alın teri ve gözyaşı üzerinden kendilerine servet ve şöhret edinmiş duygu yoksulu varlıklıların ve zalimlerin lügatlerinden kovdukları, yaşamadıkları, anlayamadıkları bir şeydir ağlamak. Üstad Necip Fazıl, “Reis Bey” isimli tiyatro eserinde, haksız yere idama mahkûm edilmiş bir gencin ağzından şöyle sarsıcı bir ifade kullanıyor: “Reis Bey, siz ağlayamazsınız! Ağlayabilseydiniz, anlayabilirdiniz!”
Gerçekten duygu fakiri insanlar olmayıp halimize ağlayabilseydik, bu kadar zillete düşer miydik acaba? Bulut ağlar, dağ ağlar, çağ ağlar, bağ ağlar / Hâlimize ölüler ağlar, sağır oldu sağlar!
“Gözyaşı medeniyeti”ne sahip bir milletken, bugün “Kadınlar ağlar, erkekler ağlamaz.” anlayışı hâkim olmuş. Ağlamak, yalnızca zayıflığın, acziyetin, korkaklığın, romantizmin bir simgesi olmuş. Hâlbuki ağlamak, gönül sahibi insanın en erdemli, en ulvî, en saf duygularının tecellisidir. Önemli olan; gözün değil, kalbin ağlamasıdır Victor Hugo’nun dediği gibi: “Ağlamak için gözden yaş mı akmalı? / Dudaklar gülerken insan ağlayamaz mı?”
İnsan saf bir kalp taşıyorsa insanlık hasletlerinden yoksun değilse ağlar. Yaşlarını gözüne değil; özüne, yüreğine akıtarak ağlar. Erkekler de ağlar, kahramanlar da ağlar, peygamberler de ağlar, çocuklar da ağlar.
Sanatçılar da ağlar. Onların eserleri, sessiz çığlıklar içinde akan kalp gözünün yaşlarıdır. İstiklal Marşı şairimiz Mehmet Akif; “Aczimin giryesidir (gözyaşı) bence bütün âsârım! / Ağlarım, ağlatamam; hissederim, söyleyemem; / Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bîzârım!” diyor.
Sadece insanlar mı ağlar? Elbette hayır. Gönül toprağımıza düşemeyen tohumlar, cemreler de ağlıyor! Ağlıyor Peygamberle hicret eden çöldeki yanık kumlar! Tozlu raflarda küflenmiş eskimeyen kitaplar da ağlıyor! Ağlıyor kitaplarla gönülleri aydınlatan kandiller, eski mumlar!
Orhan Veli, bir şiirinde: “Ağlasam sesimi duyar mısınız mısralarımda? / Dokunabilir misiniz gözyaşlarıma ellerinizle?” diyerek hüznünü duyuramamanın sıkıntısını anlatıyor.
Biz; hakikat, aşk, gül ve gözyaşı medeniyetinden uzaklaştığımız için ağlayamıyoruz. Ağlayamadığımız için de anlayamıyoruz. Âlemlere rahmet olarak gönderilen, eşsiz önderimiz ve sevgili Peygamberimiz (sav), “Benim bildiklerimi bilseydiniz az güler, çok ağlardınız.” buyuruyor.
Büyük velilerden İmam-ı Rabbanî Hazretleri, “Ya Rabbi! Gözyaşımı kurutma!” diye Allah’a yalvarıyor. Gözyaşı, rahmet bulutlarından yağan yağmur gibi yürek coğrafyamıza
sevgi, merhamet, tövbe, affetme, güzellik ve bereket getirecektir çünkü. “Ağlayabilenler, ne bahtiyardır! Onlar asla bedbin değildirler.” diyen Nurettin Topçu, bu tespitinde ne kadar da haklıdır.
Hüzün ve rahmet peygamberi Hz. Muhammed (s.a.v) ne buyurmuştu: “Ağlayın, eğer ağlayamıyorsanız ağlamış gibi hüzünlenin. Kıyamet günündeki azabı bilseydiniz ayakta duramayacak hale gelinceye kadar namaz kılar, sesiniz kısılıncaya kadar ağlardınız.”
Yüce bir amaçla akıtılan üç damla mukaddestir: kan, alın teri ve gözyaşı... İçimizdeki yoksulluktan kurtulup arınmak için gönülden akan gözyaşına ihtiyacımız var.
Yedi iklim, dört mevsim gözyaşına hasretiz! / Gözyaşıyla ıslanan seccadelere hasretiz! / Gözyaşıyla yıkanan temiz mabetlere hasretiz! / Hasretiz, gözyaşı medeniyetine hasretiz!
Cehaletimize, yüreksizliğimize, aşk medeniyetinden kopuşumuza, emanete hıyanet edişimize, merhametsizliğimize, zillete düşüşümüze, vefasızlığımıza, maskeli yüzlerimize, perişanlığımıza, ayrılığımıza, samimiyetsizliğimize, kahkahalarımıza ağlayabilmeyi becerebilirsek işte o zaman içimizdeki Kaf Dağı’na ulaşıp kurtulabiliriz. Öyleyse şimdi fikreyleyip timsah gözyaşlarımıza; hak, hakikat, edep ve adaletten kopuşumuza, merhametsizliğimize, emaneti unutuşumuza, dünyevileşmemize yürekten ağlayalım.
İşte samimi bir muhasebe, derin bir tefekkür, yürekten gelen bir pişmanlık, gözyaşı ve arınmadan sonra aşk medeniyetine yolculuğumuz başlayacaktır inşallah.
Zikreyleyip ağlayalım sabrın çilesiyle Hz. Eyüp gibi. /Sabreyleyip ağlayalım ayrılığın hüznüyle Hz. Yakup gibi.
Yazımızı büyük Şair-Yazar-Mütefekkir Necip Fazıl’ınduasıyla bitirelim:
“Ağlayın su yükselsin!
Belki kurtulur gemi.
Anne, seccaden gelsin;
Bize dua et, emi!”