2005 yılının güneşli ama soğuk olduğunu okulun bilgisayar salonunda saatlerce “gocuğuma” sarılı bir hâlde oturmamdan hatırladığım bir Nisan gününde, Ahmet Kekeç’e bir mail attım. O zamanlar Yeni Şafak’ta yazıyordu. Her gün muhakkak okuduğum üç beş yazardan biriydi. Yazısını eleştiren, biraz da kendimce onu alaya alan haddini bilmez bir mesajdı yolladığım. Yaklaşık yarım saat sonra, hatırladığım kadarı ile şöyle bir mesaj geldi:
“Sevgili Salih, her ne kadar beni sarakaya alıyormuş gibi görünsen de yazdıklarından bir dost kokusu aldım. Ankara’da ne yapar, ne edersin? Yaz bana. Yolun İstanbul’a düşerse gazeteye beklerim.”
Mesajı ekranda görünce nasıl heyecanlandığım, ardından nasıl mutlu olduğum net bir şekilde hatırımda. Tekrar tekrar okudum sonra ve uzun bir zaman mail kutumdan silmedim.
Birkaç gün içinde yolumu İstanbul’a düşürdüm. Esenler Otogarı’na otobüsümüz tekerleğini koyduğu zaman sabahın ilk saatleriydi. Otogarda birkaç saat geçirdikten sonra öğleye doğru birkaç istasyon ötedeki Yeni Şafak’a geçtim. Gazetenin etrafında biraz oyalanmanın ardından, derin bir nefes alarak binaya girdim. Ahmet Kekeç’i görmeye geldiğimi söyleyince “Ahmet Bey öğleden sonra gelir, üç gibi.” dediler.
Köşe yazarlarının memurlar gibi sabah dokuz akşam beş çalışmadıklarını anlamıştım o an. Önümde üç dört saatlik bir zaman dilimi vardı. Gazetenin yakınlarındaki parkta kitap okuyarak beklemeye başladım. Neyse ki Ahmet Abi dedikleri saatten önce geldi. Küçük bir arabası vardı (Kalos), Gazete’nin sokağındaki köşeye park etti. Uzun yıllar minibüsle gelip gittikten sonra arabaya binmeye başladığını, cep telefonunun da olmadığını sonradan öğrenecektim. Uzaktan izliyordum onu. Hemen yanına koştum, kendimi tanıttım. Beni görünce şöyle bir suratıma baktı, eliyle hafif sırtıma dokunup, gel bakalım dedi. Birlikte binaya girip odasına çıktık hemen.
Ertesi güne yetişmesi gereken yazısı vardı ama benimle iki saat kadar konuştu. Neler okuduğumu sordu. Ben anlattım, o dinledi. Sizi dinlemeyen ama hep tavsiye veren abilerden değildi. Sevmiştim Ahmet Abiyi. Galiba o da beni sevmişti.
Yanından ayrılırken çok mutluydum. Ertesi gün gazetedeki köşesinde ismimi görünce ise sevinçten çıldıracaktım. Ben gittikten sonra bir sürpriz yapmış, bir cümleyle de olsa adımı yazısında geçirmişti.
Önümüzdeki aylarda ben onu ziyaret etmeye devam ettim. Yaklaşık ayda bir İstanbul’a gidip gelmeye başlamıştım. O yazısını yazarken ben yanında sessizce oturuyor, o sırada birbiri ardına gelen çayları içiyordum. Sonra biraz laflayıp arabasına biniyorduk. O beni İstanbul’da konakladığım yere yakın bir yerde bırakıyordu. Bu birliktelik, bu yakınlık beni büyülüyor, bir taraftan yazarlık hayalleri kurmama neden oluyordu.
Yazılarım birkaç dergide basılmıştı. Ahmet Abi her yazdığımı okuyor, yorumluyor, bana cesaret veriyordu. Ben de daha çok dergiye yazı yolluyordum. Ankara-İstanbul hattında yazışmalarla iletişimimiz devam ediyordu.
Ahmet Abi Star Gazetesi’ne transfer olduğu zaman, artık İstanbul’un kenar mahallerine doğru dolmuşlara biniyor, Ahmet Abinin yanına gidiyordum. O bana arkadaşım diyor, kitaplarını da “Arkadaşım Salih Kılınç”a diye imzalıyordu. Bu arada herkesle beni tanıştırıyordu. Haşmet Babaoğlu, Selahattin Yusuf, Y. Ziya Cömert, Cafer Turaç (gerçek adı Turan Korkmaz mıydı?), bu isimlerle olan sohbetlerine beni de katıyordu. Ahmet Abinin tavsiyesi ile Murat Menteş’le yazışmaya, Nihat Genç okumaya, Hece Dergisi’ne gidip gelmeye başlamıştım.
2007 yılı görüşmelerimizin sıklaştığı yıl oldu. Ahmet Abinin cep telefonu vardı artık, ama yine de mail atıp öyle gidiyordum yanına. Ahmet Abi yazıyı bitirip gönderince Tophanedeki Asude Cafe’ye gidiyorduk. O arkadaşlarıyla otururken, sohbet ederken ya da okey oynarken hep yanındaydım.
2007 yılı sonunda İstanbul’a taşındım. Her akşam Ahmet Abinin yanındaydım. Artık gazeteye gitmiyor, direkt Tophaneye gidiyordum. O da yazılarını burada yazıyordu. Yeni mezun bir genç olarak geçici bir iş bulmuştum. Her sabah Hadımköy’e gitmek için altıda kalkıyor, Bayrampaşa-Hadımköy arasında yaklaşık beş saatimi yollarda harcıyordum. Ama akşamları yaşadığım mutluluğun tarifi yoktu. Hem ben yazar olacaktım. Bu işler geçici idi. Ahmet Abi de beni destekliyordu, “Bende yazar kumaşı vardı”. Hatta M. Karaalioğlu ile de görüşmüştü benim için. Onların desteği ile yavaştan ısınmaya başladım. Açık Görüş ekinde yazılarım çıktı. Artık çok mutluydum. Ahmet Kekeç’in selamı ile bir yerlere gidince hemen kapılar açılıyor, yazılarımın bir yerlerde yayımlanması kolaylaşıyordu.
Ancak 2008 yılının Haziran ayında kaderin sevkiyle Ankara’ya dönmem gerekti. Hadımköy’deki işimden ayrıldım. Üzerimdeki maaşlı bir işe girme baskısı ise her geçen gün artıyordu. Ben de tuttum, hin-i hacette kullanmak üzere, yedeğimde tuttuğum KPSS puanı ile bir devlet dairesinde Salih Bey olmak üzere tercihte bulundum.
İşte 12 yıldır her sabah kravatımı bağlayıp evden işe çıkıyor, bir dairede memurluk ediyorum.
Ahmet abiyle son görüşmemiz yaklaşık 10 yıl önce oldu. Ondan sonra da arada mesajlaştık.
Ölüm haberini bir internet sitesinde okuyunca içimden bir şeyler koptu. Belki yirmi defa okuduğum Kanamalı Haydut’u elime alıp bazı yazıları bir daha okudum.
Gündelik siyaset yazdığı yazılarıyla değil, ben onu oğlu yaşındaki bir gence değer veren, onu himaye eden, kollayan ve yedirip içiren Ahmet Abi olarak hatırlıyorum.
Bana yaşattığı iyi duygular için minnettarım.
Allah taksiratını affetsin.
Bir Fatiha istirham ederim.