Bizimle İletişime Geçin

Söyleşi

Ayla Ağabegüm’le Söyleşi

EKLENDİ

:

 

 

“Asıl davamız söz, güzel söz olmalıydı, öyle bir söz ki kese savaşı, öyle bir söz ki yağ ile bal ede zehirli aşı… Kuranı Kerim’de de tasviri geçen; kökü sağlam ve dallarında tatlı meyveler taşıyan güzel sözleri olmalıydı Müminin. O, peygamberlerin mesleğinden gelen biriydi, öğretmendi. Ama onun işi, sınıf duvarlarıyla mukayyet de değildi. Okuldan çıkar, mahalle aralarındaki yoksul evlerine, yetimlere, çıraklara, ev kadınlarına kadar ulaşır, hastanelerden cezaevlerine kadar herkesin unutmaya çalıştığı, yokmuş gibi farz ettiği kimsesizleştirilmiş kimselere kadar uzanırdı elleri.”

 

3 Nisan 1940 Bilecik doğumlu Ayla Ağabegüm. Yazar. Emekli öğretmen. Öğretmenlik mesleğinin vasıflarının çok ötesinde bir öğretmen olmuş, öğrencilerine abla, anne. Yazarlığın da çok daha üstünde bir yazar ayrıca, vakıf insanı, hal insanı. Yakından tanımak bir lütuf Ayla Ağabegüm’ü. Edebiyat öğretmeni olarak biz de Türk Edebiyatına küçük bir katkıda bulunmaya çalışacağız. Ayla hocamızın tecrübelerini, hatıralarını aktarmaya çalışarak. Tabii yine bizimki deryadan bir damla veya çölde bir kum tanesi olacak “Çölün derdini taşıyarak.”

Ümraniye Şehit Erol İnce Kız İmam Hatip Lisesi’nden hem de 9. Sınıf öğrencilerimizden Eylül Akarsu ve Elif Nur Dinlemez ile proje ödevi hazırlamak için Ayla Ağabegüm hocamız ile bir söyleşi gerçekleştirdik. Sevdiklerimizi, sevdiklerimize anlatmak için heyecanla sizlerle de paylaşmayı diledik bu güzel söyleşimizi.

Şehit torunu olmak sizin için ne ifade ediyor?

Dedemin İstanbul’da üst düzey bir görevi, çevresi ve ailesi varmış. İtibarlı, hatırı sayılır bir insanmış. Bosna’dan döndükten bir yıl sonra Çanakkale’ye gitmiş, orada yaralanmış ve evine göndermişler, ayağından tedavi olduktan sonra dedem bir yolunu bularak yeniden gitmiş birkaç ay içinde Çanakkale’ye ve bir daha dönmemiş. Orada şehit olmuş. Çanakkale Zaferini anma programı ve zafer olarak kutlanması beni çok heyecanlandırır. Duygulanırım.

Şehit torunu olduğumu hiç aklımdan çıkarmadım. Gurur verici ancak büyük bir sorumluluk yüklüyor insanın omuzlarına. Vatanım için benim de ne denli mücadele etmem gerektiğini daha çok hissediyorum dedemi andıkça. Ona layık olmuşumdur inşallah.

Edebiyat bölümünü okumayı nasıl tercih ettiniz?

Ben öğretmen olmayı istemiyordum açıkçası. Elazığ Lisesinde de sayısal dersleri seçiyordum. Tıp okumayı istiyordum. Üniversite senesi geldi, sınava girdim ancak annem tıp fakültesinde okumamı çok uygun görmedi. Elazığ’da yaşıyorduk. Ben üniversiteyi kazanınca İstanbul’a taşındık Elazığ’dan. Annem de kendince haklıydı. Bir tanecik kızım var diyordu, babam vefat etmişti. Babaannem ve dedem ben doğmadan vefat etmişler zaten. Onları hiç görmedik. Elazığ’da halamlarla büyük bir ailede büyüdüm ancak sonra annemle ben kaldım sadece o geniş çevreden, aileden. Annem de “Gece nöbeti var, sana uygun olmaz, tıp fakültesi okuyup doktor olmak” deyince onu dinledim, Türkoloji okumayı tercih ettim. Annem doktor olduğumda çok yorulacağımı düşünüyordu. Dolayısıyla öğretmenliği tercih etmiş oldum. Bir an önce de işime başlayıp aile geçimine katkıda bulunmam gerektiğini düşündüğüm için fakülteden mezun olduktan sonra üniversiteye bir daha dönmedim, yüksek lisans okumaya da devam etmedim. Annem yine çok yorulduğumu görüyordu ancak tabii gece nöbeti yoktu öğretmenliğin. Yirmi yıl edebiyat öğretmenliği yaptım ve öğretmenlikten emekli oldum.

Edebiyata olan ilginiz ne zaman ve nasıl başlamıştı?  

Edebiyat öğretmenim Vecihi Temiroğlu idi. Okulumuzun çok zengin bir kütüphanesi vardı, memurumuz da vardı. Aradığımız kitabı kolayca bulurduk. Bize bir konu anlattığında notlar alırdık, şu antolojiye bakın, şu eseri araştırın şeklinde. Biz meraklıyız diye dersler başlamadan önce bir saat kurs yapıyordu hocamız. Aruz vezni öğretmişti, biz kolaylıkla aruz vezni bulabiliyorduk. Hepimiz paralarımızı bir araya getirip kitap alıp okuyorduk. Birkaç kitabevi vardı Elazığ’da, her kitap yoktu. O zamanlar için aynı kitabı okuyup müzakere etmek çok çok önemli bir gelişmeydi. Sanırım hocalarımızın bana da arkadaşlarıma da tesiri çok oldu, kitabı, edebiyatı sevmemiz konusunda. Çocukluğum da babamdan hikâyeler dinlemekle geçti.

Çocukluğunuzda da kitaplarla aranız iyi miydi?

Annemin ve babamın edebiyat zevki vardı, babam şiirler okurdu. Dedem şehit olunca annem lise ve üniversite okuyamamış. Halaları büyütmüş onu. Çok zekiymiş annem. Daktiloyu kendi kendine öğrenmiş. Nişantaşı ortaokulunda Türkçe öğretmeni Şükûfe Nihal imiş. Babam memurdu. Muhakkak bir şey anlatacağı zaman onu hikâye ile anlatırdı. Ben de çok meraklıydım hep dinlerdim. Çok kitap okumasak da zaten şiirin ve hikâyenin hâkim olduğu, her türlü güncel siyasi, edebî sohbetlerin olduğu aile ortamlarında büyüklerle büyüdüm. Hep onları ilgiyle dinleyerek aralarında bulunmam kitap okumak kadar değerliydi diye düşünüyorum. Bana çok şey kazandırdı.

Nasıl bir öğretmenlik yaptınız? Çalıştığınız okullardan hangisinin yeri sizde ayrıdır?

Şimdi düşünüyorum da hepsinin yeri farklı oldu. İlk ücretli öğretmenlik yaptığım yerdeki öğrenciler çok zordu. Daha sonraları devrin kendisi zordu, öyle ama ortam yine de sağ sol ayrımı gibi şeyler var ya o biraz yoruyor işte insanı, zihnen. Yeknesak hiçbir şey sevmiyorum hayatımda, çeşni arıyorum. Derste Yunus Emre ile başlasak da konuya mesela, oradan başka konulara geçer, onları konuşurduk, edebiyatın işlevi bu. Mevzu derinleşir, öğrenciler meraklı, araştırır vs. ve dersler güzel geçerdi. Edebiyatı sevdirmek belki de böyle oluyor, kitabı, konuşmayı, şiiri, hakkını aramayı sevdirmekle. Müfredat öğretmenliği değil, hep söylerim, eğitim önce şahsiyet eğitimi olmalı. Edebiyat da bir nevi tedavidir çünkü. Dilbilgisi anlatmayı sevmezdim, dilbilgisinde çok başarılı bir öğretmen olamadım sanırım.

Sıra dışı olmak için özel çaba sarf etmek de değil benim yaptığım. Çocukluğumdan beri annem de hep “İlla bir çeşit yapıyorsun” derdi bana. Çorbayı bile sade yapmaz, içine başka şeyler, baharatlar vs. katarım. Sadeyim de ayrıca. Özellikle giyim kuşam konusunda da kendim seçerdim hep kıyafetlerimi ve kırk yıl giyecek şekilde. O derece yani. Her devirde giyebileceğim şeyler demek ki. Ya da modası geçmiş olsa da giymeye devam ediyorum. Öğretmenlikte de hem sadelik hem çeşitlilik oldu hayatımda.

Özellikle şu okulun yeri demeyeyim, hepsinin yeri farklı. Üsküdar Kız Lisesinde daha faal bir şekilde çalıştım gibi çünkü oradaki öğrenciler edebiyata kabiliyetli idi. Kompozisyon yazarlardı. Yılsonlarında müsamereler yapılırdı. Tiyatro metni yazıp oynarlardı. Ermeni Okulu ve yabancı dil dilen çocuklar için açılan okul da farklı bir tecrübe idi. Yalnız ben zaten insana emek vermeyi sevdiğim için hepsinde de farklı duygularla, düşüncelerle, tecrübelerle çalışmışım.

Yazarlığa nasıl başladınız? İlk kitabınız “Sözle Direnmek” İkinci kitabınız ise “Mısralarla Konuşsak”. Nasıl yazıldılar?  

Benim yazıdaki anlayışım şu: Biri benden yazı istemeli. Ben yazı yazmak zorunda kalmalıyım. O yüzden dergiler çok ısrarla yazmamı istedikleri için yazı yazıyorum. Türk Edebiyatı dergisinde yazılarım öyle ortaya çıktı, Ahmet Kabaklı Hoca benden yazı yazmamı istedi, o istedi diye yazdım, hatta kendisi daktiloya geçirirdi yazdığım yazıları. İlk başlarda daktilom da yoktu. O istedikçe yazmak zorunda kaldım, bazen konu verirdi bazen de kendim seçerdim yazacağım konuyu.

Yazı yazıyordum ancak kitabım yoktu. Diğer gençler gibi şu yazılarımı toparlayayım bir kitap olsun diye hiç aklımdan geçmemişti. Bir gün bir fuarda konuşma yapıyorum, kitap imzası için davet edilmemiştim, konuşma için davet edilmiştim. Beş yazar konuşuyoruz, orada konuşurken bir kız geldi; tesettürlü, güzel gözlü bir kızdı, bana dedi ki: “Kitabınız hangisi alıp imzalatmak istiyorum.” Ben ona orada masum ve çocukça dedim ki: “Benim yazılarım dergilerde.” Kız bana bir baktı ama enteresan, eve geldim yatakta kızın gözleri, gözlerimin önünde fakat bir bakışı var, yazar olup da kitabı olmaz mı bir insanın, der gibi. Bir bakış bende o hissi uyandırdı, ertesi gün düşünüp taşındım, demek ki yazar olmak için kitabının olması gerekiyordu.

Vakıftan çokça genç gruplarım vardı, onlarla konuştum. Hocam hemen toparlayalım yazılarınızı bir kitap olsun, dediler ve çocuklar toparladı. Aslında kitabı bastıracak param yoktu. Tabii ki Ahmet Kabaklı Hoca dedi ki bizim vakıftan basarız senin kitabını. Başka bir yayınevine verdim ancak yine Türk Edebiyatı Vakfı’na nasip oldu. Ahmet Kabaklı Hoca kitaba Sözle Direnmek ismini verdi ve güzel bir önsöz de yazdı. O zaman çok acele çıkmıştı bu kitap. Tabii 1992 yılında çıktı. Şimdi yeni bir baskısı olacak.

Mısralarla Konuşsak (2010) daha yeni tabi. O da Yüzakı dergisinde yazdığım yazıların bir araya gelmesiyle ortaya çıktı. Kitap içindeki bir yazının adı verildi ona da.

Yazılarınızda gerçek hayatlar mı var? Daha çok ne tür yazılar yazardınız?

Yazı yazarken düşüncem şu: Mesela bir yazar; hikâye yazan, roman yazan bir sanatkârın en güzel bir üslupla yazması gerekir. Ve işte onları arka arkaya yazar. Benimki öyle değil, “Ben öğretmen Ayla olarak öyle bir şey yazmalıyım ki o yazıyı okuduktan sonra evet, böyle de düşünebiliriz” diyen birileri olsun veyahut “Olmaz niye böyle yazmış?” densin. Ayla Ağabegüm dendiğinde onun için fikir önemlidir. Fikir önemli derken de çok tabii ki bunun ben farkında değilim ama okuyanlar bunu söylüyor. Mısralarla Konuşsak kitabındaki yazıların çok rahat okunduğunu söylüyorlar. Demek ki fikir önemli derken de samimi bir üslupla fikri yazmak önemli imiş. Öyle olunca rahat da ediyorsun. Hani fikir yazısı rahatlıkla yazılmıyor ille de fikir yazısı olsun diye yazınca zor oluyor. Daha çok düşünce ağırlıklı yazılar yazdığımdan sosyal içerikli, hayatın gerçekleri var tabi yazılarımda.

Hangi vakitlerde yazı yazarsınız? Özel bir yazı vaktiniz var mı?

Benim mizacımda bir şeyin başına geçip oturup hemen yazı yazmak zor çünkü yoğunlaşmam lazım. O zaman ya müzik dinleyeceğim ya bir şiir okuyacağım ya da kitap okuyacağım. Yanında dalacağım, orada hiçbir şey düşünmeyeceğim, kitabı bıraktıktan sonra müziği kapattıktan sonra ben artık yazının başındayım ve şunu mu yazsam bunu mu yazsam gibi düşünceler olmaz bende. Başına geçmişsem yazının tamamdır, konu bulurum ama yazının başına geçmek zor benim için. Avareyim biraz herhalde. Akşam eve gelirdim, annemle de vakit geçirdikten sonra geceleri ancak yazmaya fırsat bulurdum. Geceleri yazarım yazılarımı sessizlikte.

Eğer yazar veya öğretmen olmasaydınız hangi mesleği yapmak isterdiniz? Öğretmenlikten daha iyi yaparım dediğiniz bir meslek var mı?

Yazarlık bir meslek değil de öğretmenlik mesleğini sevdim. Doktor olmak isterdim. Ancak Mustafa ağabeyim benim Hukuk Fakültesinde okumamı istemişti. Hukuk okusaydım hâkim değil de avukat olmayı isteyebilirdim. Haksızlığa tahammülüm yok. Hakkı savunmaktan yana oldum hayatım boyunca. İyi bir avukat olabilirdim.

Yazar olmak isteyenlere tecrübelerinize dayanarak ne tür tavsiyeler verirsiniz?

Yazmak için okumak gerekiyor. Çokça okumak. Zamanla ihtiyaçlarım öne geçtiği için benim okumalarım eskisi kadar çok değil ancak yine de ne yapıp edip bu yaşıma rağmen kitaba vakit ayırmaya çalışıyorum. Sizlerin de daima kitaba vakit ayırmanızı dilerim. Okuduktan sonra yazmaya ilginiz, hevesiniz, merakınız, yeteneğiniz varsa bir vesile ile yazarsınız da. Yeter ki okuyun.

Bize zaman ayırdığınız için çok çok teşekkür ederiz. Bizim için sizinle kahve içerek sohbet etmek unutulmaz bir anı oldu. Enerjinize hayran olduk. Sizi ailelerimize, arkadaşlarımıza ve elimizden geldiğince çevremize de anlatacağız ve hiç unutmayacağız. Daima hürmetle anacağız. Sağlıcakla kalınız.

 

 

Daha Fazla Yükle

Yorum Bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Çok Okunanlar