1. Anasayfa
  2. Edebiyat

Baba, Evlat ve Merhamet

Baba, Evlat ve Merhamet
0

Ali Rıza Gürses

Fabrika işçisi bir babanın ve evinin hanımı bir annenin dört çocuğunun ikincisi ben. Büyük olan ablam, erkek kardeşim ve evimizin en küçüğü kız kardeşim. Yeşilçam’ın veya dünyanın en baba karakterlerine bakınca ne Hulusi Kentmenler ne Nubar Terziyanlar ne de başka birinin benim babamın yanında esamesi okunmazdı. Uzun boyu, yeşil gözleri, iri yarı yapısı ve ille de merhametiyle benim babam bir başkaydı…

Babam fabrikada üç vardiya şeklinde çalışırdı. 08.00 ila 16.00 birinci, 16.00 ila 24.00 ikinci, 24.00 ila 08.00 üçüncüsü ise en çok sevdiğimiz vardiyaydı. Kahvaltı sofrası hazır ve beklenmektedir, bilir. 08.30’da evde olur hiç gecikmezdi.

Sofrada zeytin ve peynir sadece pazar günleri bir araya gelirdi. Pazar günü dışında bir gün zeytin bir gün peynir…

Sofrada annemin sesini, babamın anneme kızgın bakışını hiç unutmam. “Ali Rıza zeytinleri bir ısırıkta bitirme oğlum veya peyniri idareli ye” deyişi. Babamın da anneme “Karışma nasıl isterse öyle yesin” bakışı… Annem çok küçük yaşta evlenmiş babamla. Babam “Biz evlendiğimizde yumurta kırmasını bilmeyen hanım şimdi mahalleye aşçılık yapıyor” derdi.

Annem babama göre biraz daha sert ve bir o kadar da sosyaldi ve idareciydi, evi ayakta tutardı. Babam fabrika çıkışı eve gelirken çıkmaz sokakta oturduğumuz için başı hep öne eğik gelirdi çünkü kadınlar genellikle ve özellikle yazları yani yedinci sekizinci aylarda kapılarının önünde oturur, pirinç seçerler, fasulye temizlerler, patlıcan oyarlar hem sohbet eder hem iş yaparlardı. 1-2 metrekare mutfaklarda ruhları sıkılırdı. Şimdi 50-60 metrekare mutfaklarda benim diyen kadınlar, pişiremez o yemekleri.

İş çıkışı başı önde etrafına bakmadan, aldıklarını görünmeyen kese kâğıdı ve siyah çantayla getiren babamı herkes tanır ama o kim kimin hanımı bilmez, tanımaz, isimlerini bile bilmezdi. Bir pazar günü rahmetli fırından ekmek alırken komşu kadınlardan biri “Mehmet Bey ocakta çay, yumurta var ben bekleyemeyeceğim bize ekmeği sen alır mısın?” deyince babam da “Alırım” demiş ama “Kimsin” diye sormamış, sadece komşu olduğunu biliyormuş. Eve iki paket ekmekle gelince annem “Bu nedir?” diye sordu. Babam da “Komşu bir kadın alır mısın, diye sordu ben de aldım” diye cevap verdi. Annem kızmaya başladı. Babam “Evde küçük çocukları varmış o yüzden bekleyemedi” deyince annem sofradan kalktı, ekmek paketini aldı, örtüsünü alelade başına geçirdi ve ekmeğin sahibini aramaya başladı. Gitti gelmedi. Tam bir saat sonra neşe içinde geldi, şaşırdık. “Allah iyiliğini senin iyiliğini versin. Falanca komşumuzun kocası dışarıda. Ekmeği isteyen de o hanım” dedi. Babam “Niye geciktin?” deyince annem, “Oradaki kahvaltı bizimkinden daha iyiydi, komşu bırakmam deyince de yorulduğuma değsin deyip oturdum komşumla bir güzel kahvaltımı yaptım” dedi ve ekledi “Bir daha bilmediğin kimseye ekmek alma.”

Alt katta otururken evin bahçesi ve altıgen havuzu (süs havuzu gibi) bizim oyun alanımızdı. Bahçesinde bir mutfak bir depo bir de özellikle kurban beslediğimiz bir yer vardı. Kurban Bayramı yaklaşınca babam fabrikadan gelip bahçede bulunan dut ağacının önüne küçük iskemlesini, biraz ilerisine de masa ve sehpa arası derme çatma küçük masayı koyardı. Sırtını dut ağacına dayayarak masanın üzerinde etrafı tahtayla çerçevelenmiş siyah bir taşın üzerine yağ dökerek annemden bıçakları isterdi. Annem söylenerek getirir “Ne acelesi var? Daha bir hafta on gün var” derdi. Bayramın yaklaştığını bu şekilde anlardık.

Ben babamın yanına havuz tarafına çömelerek oturur iki elim yumruk şeklinde yanaklarımda, dirseklerim dizlerimde onu seyrederdim.

-Baba bu ne? (Elimle siyah taşı göstererek)

-Bileği taşı.

-Ne işe yarıyor?

-Bıçakları keskin yapar.

-Taşa vurulunca körelir derdiniz.

-Bu taş diğer taşlar gibi değil.

Soru bitmez, cevap bitmez.

-Peki bıçak keskin olunca tehlikeli değil mi?

-Bunlar kurban keseceğimiz bıçaklar. Keskin olması lazım.

-Niye?

-Kurbanın canı yanmasın diye. Bıçak ne kadar keskin olursa hayvan o kadar az eziyet çeker.

Amacı annemi kızdırmak olan babam bir gün, az ileride, bahçenin içinde bulunan mutfakta yemek yapan anneme seslendi “Şişlerimiz tamam mı? Eksiğimiz var mı?” Annem de içeriden çıkmadan “Var var” diye cevap verdi. Aradan kısa bir süre sonra babam tekrar “Mangalımız sağlam mı?” dedi. Annem daha yüksek bir ses tonuyla “Sağlam sağlam sağlam” dedi. Son bıçağı da iyice keskinleştiren babam bir kez daha “Kömürümüz var mı?” diye anneme seslenince annem bir elinde kepçe diğer eli belinde babamın karşısına dikildi ve “Sen bizim ne zaman kömürle mangal kebap yaptığımızı gördün?” dedi ve çıkışarak “Hem belki bu sene kesemeyiz, şart mı? Çocuklar okuyor, ev kira, masraf çok. Ne olur, zorlamayalım” dedi. Babam “Kurbansız kurban olur mu? Bir kurban da mı kesemeyeceğiz. Keseriz inşallah. Hiç olmazsa normal hâlli bir tane keseriz” dedi.

            Babamdan başkasını bana yeryüzünde merhamet sahibi olarak gösterin deseler gösteremezdim. Dört çocuğunun hiçbirine bir fiske dahi vurmamış, onlarla hasta olmuş, onlarla iyileşmiştir her zaman…

Şimdi yenmediği için (çok ve kolay elde edildiği için belki) çöpe giden portakal, mandalina, elma görünce içim burkulur. Bizim için bu meyveleri istemenin yolu, hasta numarası yapmaktı; biz böyle büyüdük. Kimin canı ne isterse numaradan öksürür babamın dikkatini çekerdik. Babam hemen kucağına alır “Benim kızım/oğlum hasta mı olmuş?” dediği zaman her hâlimizden numara olduğu belli olduğu hâlde devam ederdik. Başımızı sallar konuşmaya hâlimiz yokmuş gibi yapardık. Babam da “Eyvah! Çok hasta olmuş. Bunu hemen yarın doktora götüreyim” dediğinde kafamızı havaya “Yok” diye kaldırır, “O zaman portakal falan mı alayım?” dediğinde ise başımızı öne doğru sallardık. Fazla sürmez meyveler gelir, önce hasta numarası yapandan başlar, soyar ve yedirirdi. “Kardeşlerin de yesin. Onlar da hasta olmasın” der bize de meyve soyar yedirirdi. Bizi büyüttü ama merhametini de büyüttü.

Aklıma geldiğinde koluma o saati takarım ve hep bir hüzün kaplar dört bir yanımı. Neden, neden bu kadar merhametli oldun. Bu kadarı da fazlaydı. Zamanı geri çevirebilsem o zamana geri dönebilsem ısrar etmem, “Tamam baba sen istediğini al” derdim.

18-19 yaşlarında lise 2. sınıftayım. 5. sınıftan sonra hem okula gidiyorum hem marangozluk yapıyorum çırak olarak. Saat merakı nereden geldi bilmem ama bazen babamın bazen başkasının kolunda hoşuma giden saatleri alır koluma takardım. Bir gün babam “Haftalıklarını biriktir. Bu yaz Kilis’e gidince sana bir saat alalım” dedi. Her sene yıllık izninde Kilis’e gider 25-30 gün kalırdık. Bu arada domates, biber salçası, kurutmalık kışa ne lazımsa onlar yapılırdı. Önceden de masraf için birikim yapılır, para hazırlanırdı. Ben paramı (haftalıklarımı) biriktirdim. Gideceğim gün kumbarayı açtım, saydık dokuz yüz küsür lira, bin olmaya az kalmıştı. Babam daha önceden hazırladığı masraf parasının en yeni 1000 lirasını bana vererek “Bozuklar bana yolda lazım olur” dedi. İtina ile bir bankanın eşantiyon olarak verdiği cüzdana düzgünce koydum. Hazırlıklar yapıldı, yola çıktık. Kilis çarşı merkezinde halamlara eşyalarla indik. Onların bağı vardı. 15-20 gün üzüm kesme işi sürerdi. Önce orayı halledecektik sonra da bulgur, simit vs. işini.

Öğle ezanı daha okunmamıştı. Halam mutfakta en güzel yemeklerini yapıyor, Hacı Amca namaza hazırlanıyordu. Ben de babamı sıkıştırıyorum “Çarşı hemen 200 metre” diye. Babam “Tamam, yemekten sonra” dedi, ben “Yok hemen gidelim” dedim. Annem bizim konuşmalarımızı duyup “Sıkıştırma adamı. Biraz dinlensin gidersiniz” deyince ben “İlla şimdi, şimdi” diye tutturdum. Annem mutfağa halama yardıma gidince babam ısrarlarıma dayanamadı ve “Kalk, kalk gidelim” dedi. Annem durumu fark edip “Ah ah bir tane yapıştır da otursun yerine” deyince, babam “Nasıl olsa alacağız bir an önce aradan çıksın” diyerek annemi ikna etti.

Öğle ezanı başlamıştı. Biliyorum ki namaz sonrası herkes sofrada olmalıydı. Öyle bir özelliği vardı halamın kocasının. Beraber çıktık, o camiye gitti biz çarşıya. İçim içime sığmıyordu. Babamdan önce ben girdim saatçiye. Saatçi dediğime bakmayın kuyumcu gibi sanki. İş yerinin her tarafı cam, ayna ve çeşit çeşit saatler. Arkamdan içeri giren babamı tanıdı akrabamız olan saatçi. Hoş beşten sonra babamın “Bak bakalım seç bir tane” demesini bekledim. Dediğim gibi oldu, tezgâhı dört gözle taradım. Babam saatçiye “Benim oğlan saat meraklısı. İyi bir saat alalım ona inşallah” dedi.

Onlar sohbet ederken ben “Buldum buldum işte bu” diyerek camekânda parlayan sarı, beyaz, lacivert renkteki saatleri işaret ettim. İş yeri sahibi “Onları geç. Çok özel saatler onlar hem de çok pahalı” dedi. Babam benden önce “Ne kadar?” diye sordu. Saatçi “İstanbul’da 7.000’den satıyorlar biz burada 6.000’e veriyoruz” diye cevap verdi. Hayal kırıklığına uğramıştım. Tekrar tekrar dükkânı dolaştım ama hep aynı saatlerin önünde duruyordum. İş yeri sahibi benim durumumu görünce “Evladım senin 1.000 liran varmış, 1.000 lira da ben indirim yapayım 5.000 olsa bile çok pahalı” dedi. Beni ikna çabaları boşa çıkmıştı. Gösterilen onlarca saati gözüm görmüyordu. Bakışlarım hep o saatlerde… Özellikle beyazında. Ben on dakika daha direndim. Olmayınca “Almayalım” deyip kapıya yöneldim. Babam çağırdı “Gel buraya” dedi. Elini cebine attı. Çıkardığı para tam 4.000 liraydı (bir maaşından fazla). “Ver 1.000 lirayı” dedi. Verdim. Akrabamız olan saatçiye ise “Çıkar o saati” dedi. Adam şaşkın ben şaşkın. Acaba şaka mı yapıyor derken babam ciddiydi. “Hangi renk delikanlı?” diye sordu saatçi. Ben “Beyaz” dedim. Babam 5.000 lirayı masaya koydu. Ben o anda sevinçten ne olduğunu anlamadım ama o masaya bir yıllık zahirenin parasının konduğunu yıllar sonra fark ettim. O masaya koca bir yürek koymuştu aslında. Saatçi otomatik kordonu koluma göre ayarladı, “Hayırlı olsun delikanlı. Çok kıymetli bir saat taşıyorsun kolunda değerini bil” dedi. Babama bakıyorum hiç üzülme yok. Bilakis çok rahat “Hadi bakalım yemeğe yetişelim” dedi.

Caminin önünden geçerken tesbihat bitmiş, duanın sonunda müezzin “Âmin” demiş, ben de neden bilmiyorum “Âmin” demiştim. Babam bana baktı gülümsedi ve o da “Âmin” dedi.

Eve Hacı Amcadan önce eve girdik, sofra hazırdı.  Annem sordu “Ne yaptınız?”, babam “Aldık bir tane. Güle güle kullansın” dedi. Annem “Kaça aldınız?” dedi. Ben olacakları sezmiş korkmuştum. Ama arada bir saate bakarak kendimi rahatlatıyordum. Çok ısrar eden annem sonunda çaresini, babamın zayıf noktasında buldu ki zaten biliyordu, “Doğru söyle, ölümü gör kaça aldın?” dedi. Babam yutkundu, “6.000 idi, 5.000’e aldık” deyince feryat figan annem nasıl bağırıyor ağlamaklı ağlamaklı ve bir yandan da bana “Bunu senin yanına bırakmam” dedi. Babamın arkasına saklandığım için yüzünü görememiştim. Halam araya girdi, “Kızım bağırma. Hacı Amcan dışarıdan duyarsa hepimize çok kızar. Yemek içimize zehir olur” dedi. Hacı Amca kadınların yüksek sesle hele kocalarının yanında konuşmasına, gülmesine çok kızardı. Annem bir türlü sakinleşmiyor, “Biz bir ay burada ne hazırlayacağız ne yapacağız” diye dövünüyordu kadıncağız. Halam büyük olduğu için “Kızım bende 2-3 altın var. Onları alın sonra verirsiniz. Bana şimdilik lazım değil. Hacı duymasın yeter” dedi. Annem biraz rahatlamıştı ama bıraksalar beni parçalayacaktı. Hacı Amca içeriye girince ben kalktım, kapıya doğru ilerlerken annem bağıramıyor ama “Nereye?” diye sordu. Ben “Dayımlara gideceğim” deyince “Bari o saati çıkar yoksa seni gebertirim” dedi, ama ben şimşek hızında o leziz yemekleri bırakıp kaçmıştım. Annem son bir fırsat yakalasaydı saati alır iade için kendisi götürürdü adım gibi biliyordum…

Yıl 1978-1979. Bunları yazarken ise 2024… 45 yıllık saat hâlâ tıkır tıkır çalışıyor ve 45 yıldır benim vicdanım sızlıyor. Böyle bir merhamet olur mu? Baba, keşke bir tane vursaydın da “Alırsan bunu al yoksa hadi gidelim” deseydin. Çocukluğun değil çünkü o yaşı geçmiştim. Gençliğin ve sorumsuzluğun bana neler yaptırdığını yıllar sonra anlıyorum (saat ilk vukuatım değildi).

Daha önce de ortaokula giderken bir vukuatım olmuştu. Kasetçaları yeni almıştık. Ben de plakçıda (kasetçide) bantlı (kaset koyma kabı), 10 adet kaset alan, dönebilen çevrilebilen, kasetler dik konduğu için sırtından kolayca tanınan, plastikten yuvarlak bir kaset rafı istemiştim babamdan. O da “Yok” dememiş, “Tamam alırız” demişti. Ama sürekli beni oyalıyordu. Birkaç gün ısrardan sonra ben almayacak diye vazgeçmiş hatta unutmuştum bile.

Fabrika vardiyası gece 12.00 sabah 08.00 idi. En sevdiğimiz vardiya. Sofra hazır bekliyorduk… Saat 09.00 olmasına rağmen gelmemişti. 09.30 hâlâ yoktu. Annem de meraklanmış “Hiç geç kalmazdı” demişti. Neyse ki 10.00’a doğru babam geldi. Annem korkunun da verdiği kızgınlıkla bağırarak “Nerde kaldın?” dedi. Babam “Çarşıda bir işim vardı” deyince annem aynı kızgınlıkla “Çok mu acildi? Bir saattir sofra açık seni bekliyoruz” dedi. Babamın deri yakalı kürklü kahverengi kalın paltosunu alırken annem, elindeki paketi bırakmayan babama sordu “Bu ney?” Babam ise hiç seslenmemiş, bağdaş kurarak yanıma otururken de paketi (gazete kağıdına sarılmış ve iple bağlanmış, belli ki babamın ısrarı ile alelacele yapılmış) kucağıma bırakıvermişti. Ben merakla sordum “Bu ne?”, “Aç görürsün” dedi babam. O ipleri çözmeme yardım ederken ben de gazete kağıdını yırtarak açmıştım büyük bir merakla. 4-5 gün önce ısrarla istediğim, babamın başının etini yediğim, kasetlik. Ben unutmuş ve umudu kesmiştim. Sevinçle sarıldım ve kalkıp kasetleri dizeyim derken babam oturttu beni. Çayı getirmeye giden annemi işaret ederek “Fazla kızdırmayalım sonra biz zararlı çıkarız. Önce kahvaltı” dedi. Ve ben o gün fark ettim her ayın 15’inde maaş alan babam o günü bekliyormuş. Cebinde kalan son parasını 2-3 gün idare etmek için kullanmıştı. O gün ayın 15’i olduğu için de iş çıkışı maaşı alıp eve uğramadan doğru çarşıya gitmiş sadece kasetliği almak için.

Annem çayları doldururken “Senin yaptığın iş mi? Yorgunluğun bir yana bizi merakta bıraktığın bir yana hiç acelesi olmayan kıytırık bir şeye para verdiğin bir yana” dedi. Annem sıralarken babam bana bakıp sus işareti yapıyor ve gülümsüyordu.

İstediğimi parası olmadığı için 2-3 gün sonra alsa bile kendini suçlu hisseden babamdan özür dileyip elini öpmeyi ne kadar isterdim. Hem sadece para da değil gece vardiyasından sonra sabaha kadar çalış, eve gelip dinlenme zamanını o yorgunlukla evimizden fabrika kadar uzak olan çarşıya git ve çocuğunu mutlu etmek için çabala, yorul. Ama o çocuğun mutluluğu bütün yorgunluğunu alsın götürsün…

Kahvaltıdan sonra biz okulu olan okula, ödevi olan ödevinin başına geçerken annem ve babam çay içmeye devam eder ve maaşı bölüştürmeye başlarlardı. Annem şu kadar şuraya bu kadar buraya derken “Biz kirayı unuttuk. Önce kirayı verelim aradan çıksın” dedi. Babam kira için parayı saydı, hazırladı. Annem “Bak biz 6-7 senedir oturuyoruz. Ev sahibimiz bir şey demiyor ama biz bu ay kirayı fazla versek (yani zam yapsak)” deyince babam “Olur. Ne kadar verelim?” diye aralarında konuşup ayarladılar. Babam, ben okula öğlen gittiğim için beni çağırdı. “Bunu Hacı Amcana ver ve selam söyle” dedi. İstisnalar dışında hiçbir zaman ayın 15’ini geçmemişti. Aldım parayı, çıktım üst kata. Hacı Amca ve Hacı Teyze oturmuşlar karı koca tepside kıpkırmızı karpuzu yerken bir yandan da sohbet ediyorlardı. Beni görünce sevindiler. Daha kirayı vermeden yedekte duran çatalı elime tutuşturdu Hacı Teyze. Ben hem karpuzu yedim hem de “Babamın selamı var, kirayı gönderdi” dedim. Hacı Amca “Sehpanın üzerine koy” dedi. Koydum ve kalktım. Onlar ne kadar ısrar etseler de “Ödevim var” dedim ve eve indim. Aradan 5-10 dakika geçmeden Hacı Teyzenin sesi geldi, bağırarak aşağıya iniyordu. “Kız bu ne, bu ne?” diye elindeki parayı gösteriyordu. Annem de “Kira Hacı Teyze”. “Neden fazla bu para?” deyince Hacı Teyze, annem de “Biz kiraya zam yaptık” dedi. Hacı Teyze buna daha çok sinirlenerek “Kim istedi sizden zam yapmanızı?” diye söylendi. “Kimse istemedi, biz kendimiz yaptık” diyen anneme “Al şu parayı bakalım” dedi ve kızgın bir şekilde ekledi “Biz sizden memnunuz kızım. Ne zammı. Zam mam yok. Oturun yerinizde. Bir daha da böyle bir densizlik yapmayın. Hem Hacı Amcanızın da canı çok sıkıldı, bir daha olmasın” diyerek çıktı evden.

Aradan geçen 19 yıl sonra ilk evlendiğimiz sıralarda oturduğumuz evin sahibi 9. aydan gelir 12. ayın sonunu beklemez “3 ay önceden söylüyorum kiranız şu kadar oldu. Kabul ederseniz oturun yoksa kendinize ev bakın” derdi. Zam oranı da hiçbir zaman %100’ün altında olmazdı ve biz 6-7 sene dayanabildik.

Aklıma ilk ev sahibimiz Hacı Amcanın yalvaran bakışlarıyla “Oğlum gel damdaki yarım inşaatı bitireyim sen de orada otur. Çıkmayın ne olur, biz size çok alıştık” deyişi geldi. Evde en son evlenen ben olduğum için annemi ve babamı yanıma alarak büyük bir ev tutmuştum. Hayatın bu acı gerçeklerini önceden görebilseydim Hacı Amcanın teklifini kabul eder, 19 yıl oturduğumuz evden çıkmaz, onları da çok sevdikleri kiracılarından ayırmazdım.

Babam rahmetli olunca bile ısrarla “Bizim aile mezarlığımıza gömelim” diyen Hacı Amca bize biraz kırılmıştı. Her gördüğü yerde başıma kakardı. Genellikle Çarşı Camii’nde namaz kılar, çıkınca mermerlerde biraz otururken ben yanına gider selam verirdim. Selamımı alır, hemen peşinden de “Hiç iyi etmediniz. Mehmet usta bizim aileden sayılırdı. Bizim mezarlığa defnetmeliydiniz” derdi ve bunu beni her gördüğünde söylerdi.

Babamı ve merhametini hatırlayınca, bıçakları keskinleştirirken sohbetimizin verdiği duygu ile babam için ilk şiirimi yazdım. Daha önce hep anneme yazmıştım. Orijinalini 90’lı yıllarda yazdığım ama bir türlü bulamadığım şiiri parça parça da olsa hatırlayarak tekrar yazıyorum (25.01.2024)

 

 

Merhamet

 

Bileyle bıçaklarını,

Merhamet kadar keskin olsun.

Ben sana her baba dediğimde,

Sen Hazreti İbrahim’i;

Sen bana her oğlum dediğinde,

Ben Hazreti İsmail’i hatırlayayım.

 

Bileyle bıçaklarını,

Merhamet kadar keskin olsun.

Bir bir yıkılsın içimizdeki putlar,

Teker teker yüzüstü devrilsin.

Ben sana her baba dediğimde,

Sen Hazreti İbrahim’i;

Sen bana her oğlum dediğinde,

Ben Hazreti İsmail’i hatırlayayım.

 

Bileyle bıçaklarını,

Merhamet kadar keskin olsun.

Merhametin yoldaşın olsun.

Karanlıkların aydınlığın,

Zorların kolay olsun.

 

 

 

 

Bileyle bıçaklarını,

Merhamet kadar keskin olsun.

Karları eriten güneş gibi,

Merhamet merhamet,

Büyüsün umutlar.

Küçülsün acılar, bitsin sancılar.

 

Bileyle bıçaklarını,

Merhamet kadar keskin olsun.

Ben sana her baba dediğimde,

Sen Hazreti İbrahim’i;

Sen bana her oğlum dediğinde,

Ben Hazreti İsmail’i hatırlayayım.

 

Bileyle keskin olsun bıçaklar.

Körelsin zalim ve zulüm,

Gözleri bağlı kurbanların,

Canı yanmasın.

 

Bileyle bıçaklarını,

Merhamet kadar keskin olsun.

Acılar bize merhameti buldursun.

Çocuklar ağlamasın,

Çocuklar üşümesin,

Merhametli babalar sarsın,

Soğuk bedenleri.

En baba merhameti,

Kuşansın insanlık.

 

Bileyle bıçaklarını,

Merhamet kadar keskin olsun.

Vardiya vardiya nöbet tutsun insanlık.

Sevgi görsün merhamet görsün,

Yeryüzü ve gökyüzü.

Dua dua eller semaya açılsın.

Açılsın cennetin kapıları,

Melekler karşılasın,

Bin bir himmetle,

Merhameti keskin babaları.

 

Bileyle bıçaklarını,

Merhamet kadar keskin olsun.

Ben sana her baba dediğimde,

Sen Hazreti İbrahim’i;

Sen bana her oğlum dediğinde,

Ben Hazreti İsmail’i hatırlayayım.

 

 

 

 

Ey insanlık!

Hatırlayalım atamız Hz. Adem’i,

Hatırlayalım Hz. İbrahim’i,

Hatırlayalım Hz. İsmail’i,

Merhamet merhamet,

Büyütelim yavrularımızı.

Kurtaralım insanlığı.

 

Bileyle bıçaklarını,

Merhamet kadar keskin olsun.

Merhameti yeşil gözlerinde gördüm senin.

Kızarken bile merhametliydin.

Merhametin değerini,

Yaşlı gözlerle dua eden,

Anaların duasında buldum.

“Merhametli insanlara denk gelesin.”

Şimdi gördüğüm her çocuğa dua ediyorum,

“Merhametli babaya denk gelesin.”

Dua ediyorum her babaya,

“Çocuklarına merhametli olasın.”

En büyük mirasın,

Tik takları merhamet merhamet diye atan bir saat,

Ve o saate baktıkça bileği taşı gibi,

Daha da keskinleşen bir merhamet.

 

Bültenimize Katılın

Hemen ücretsiz üye olun ve yeni güncellemelerden haberdar olan ilk kişi olun.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir