Bizimle İletişime Geçin

Din ve Hayat

Bakla Bezelye Hâl-i Pür Melâl

EKLENDİ

:

 

Bahçelerde kereviz, Biz kereviz yemeyiz, Bize Sinoplu derler, Biz güzeli severiz. Tin tin tini mini hanım, Seni seviyor canım.

Sinop Türküsü’nden

 

Şeftali Ağaçları türküsünde geçen bu dizeleri hemen hatırlayıverdiniz, değil mi? Şimdi, ne alâka, diyorlar ya modernizmin günlük hayatı içinde, şu alâka: Niye kereviz yemiyorlar? Evet, güzel! Ben de kerevize ekliyorum baklayı, bezelyeyi, taze fasulyeyi, bamyayı, yer elmasını…

Can alıcı sorumu soruyorum: Arkadaşlar, çocuklarınız bu sebzeleri yiyorlar mı, ya da bakla yemeği var diye duyduklarında dudak büküp memnuniyetsizlik mi gösteriyorlar veya “Ooo çok güzel, ellerine sağlık anneciğim!” diyerek teşekkür mü ediyorlar?

Bilmiyorum, inşallah memnun oluyorlardır. Ha, herkes bakla yemelidir de demiyorum. Hani toplum olarak kan gruplarına göre beslenme kültürümüzü, hazinemizi de yitirdik ya! Söz güzel ama ardı sıra yitik, yitik hazine…

“Kazın ayağı hiç de öyle değil!” dediğinizi duyar gibi oluyorum. Maalesef ki öyle değil. Birkaç gün önce pazardan dönen komşularımla karşılaşmıştım apartman girişinde. Hoş beşten sonra asıl dertli oldukları konuyu söylediler. Pazardan bakla, bezelye, kereviz filan almışlar ama çocukları bunları ağızlarına bile sürmüyormuş. Çocukları dediysem kimi ilkokul, kimi ortaokul, kimi de lise çağlarında çocuklar…

Ayaküstü sohbetimizde bir komşumun söylediği cümleler çok dikkatimi celbetti. Bir yakını diyetisyenmiş, ondan duymuş: “Maalesef, çok hazin bir durum. Mono sodyum glutamatlı (yani çin tuzu) hazır gıdalara alışmış çocuk ve gençlere bakla, bezelye, kereviz vb. yediremezsiniz.” Damak tatları değişiyormuş

çocukların, hem de bağımlılık yapıyormuş bu madde. Sahte bir lezzet çoğaltımı da oluyormuş.

Hak vermemek elde değil. Okul kantinlerinde, ayaküstü yeme yerlerinde, o içinde bin bir türlü katkı maddesi olan bembeyaz tostları yemeye alışan çocuklarımız, bu mevsimlik sebzelere burun kıvırmayacak da ne yapacak? Hele üstlerine bir de margarin sürüldü mü, oh mis! Yanında bir de gazoz veya endüstriyel ayran…

Ne olacaktı ya, damak tadı mı kalır? “Ne yesinler peki?” demeyin sakın! Ben de üç kelimeyle diyorum ki modernizm, tembellik ve kolaycılık… Tartışılabilir elbette…

Evet, konumuz bu değil tabii ki, ben de kimyacı değilim ama ilginç ve düşünülmesi gereken bir alan bu ve de önemli bir sağlık ve sıhhat problemi, gerçekten. Dilerseniz düşünelim üzerinde, araştıralım.

Birkaç yıldır bahçeme bakla ve bezelye ekiyorum. Geçen gün toplamaya gittim. Öyle her zaman da gidilmiyor. Ben kent merkezinde oturuyorum ve bahçem köyde, kentten yirmi kilometre uzakta.

Bakla bitkisi bezelyeye göre sağlam bir bitki, toplaması da kolay ama bezelye öyle değil. Bakla, desteğe ihtiyaç olmadan ayakta durabiliyor, kuvvetli yellere dayanıklı, öyle kolay kolay yatmıyor yere.

Bezelye öyle değil, bir desteğe ihtiyacı var, meselâ ince çalılara tutunuyor. O kadar narin, kibar, naif, kırılgan ki, toplarken siz de öyle davranmazsanız gövdesi kırılıveriyor, küsüveriyor size. Nazlı bir prenses, mübarek!

Kim bilir, yediğimizde bize de o özelliklerini veriyordur. Düşünmek, araştırmak lazım, hani Hipokrat’a mâl edilen “Ne yerseniz o’sunuz.” sözündeki gibi…

Öyle bahçe dolusu değil elbette ektiklerim, yirmi otuz ocak. Ekerken doğal gübre kullanıyorum; suni gübre, tarım ilacı filan kullanmıyorum. Böceklenir gibi olursa, mecbur kalırsam, yapraklarına fırçayla kireç serpiyorum, o kadar.

Asıl sorun kuşlar, evet kuşlar. Bir kuş cinsi var, bakla ve bezelyelerin tanelerini yiyor, özellikle tazelerini. Geçen yıl bir korkuluk yaptım, sahte insan yani. Birkaç gün korkup gelmediler. Baktılar ki korkulukta hareket yok, aştılar korkuluğu, korkmaz oldular, gelip yemeye devam ettiler. Peki, şimdi ne yapıyorum dersiniz? Kuşlarla paylaşıyorum.

Uzun yıllar Almanya’da çalışmış bir dostumla bu konulardan konuşurken şöyle bir hâdise anlattı: Bir Alman ailenin evinin bahçe duvarlarını boyuyormuş. Bahçede bakımlı ve gösterişli bir kiraz ağacı varmış. Demesine göre bakmaya kıyamazmışsın, o derece çok kiraz vermiş ağaç. Fakat önemli bir problem varmış, kuşlar yiyormuş kirazları.

Evin Alman ve Hristiyan reisi, dostumdan, kuşların kirazları yememesi için Tanrı’ya dua etmesini istemiş. Zira Tanrı’nın, Müslüman’ın duasını kabul edeceğini de eklemiş. Hatta dua etmesi için üstelemiş de biraz…

“Kuşlar rızıklarını yerler.” demiş dostum. “Takdir edilen rızıklarını yedikten sonra geri kalanlar senindir. Bunun için dua etmem uygun değildir.” diye anlatmış. Epey kızmış Alman ve kuşların kirazlara ulaşmasını engelleyen bir ağaç ağıyla ağacı kaplamış.

O gece meydana gelen kuvvetli fırtına ve yağmur esnasında bir kısmı dökülmüş kirazların, kalanı da birkaç gün içinde çatlamış ve çürümüş. Hem kuşlara kızan hem dua etmeyen dostuma sitem ederek üzülen Alman’a, “Kuşların rızkını engelledin, Allah (cc) da hiç kiraz nasip etmedi sana!” demiş bu dostum…

Aynı tavsiyeyi bana da yaptı dostum, “Kalanı senindir.” dedi.

İki gün önce bezelye ve baklaları toplarken gördüm ki kuşların yediği dörtte birden daha az, zarar verici boyutta değil. Orada ne kadarı takdir edilmişse onlara, o kadarını yemişler. Eski büyüklerin kırlara bir şey ekerken, fidan dikerken konuştuğu bir söz vardı: “Kurdun kuşun sadakası olsun.” Böyle küçük zayiatları mesele bile yapmazlardı. Modern aklın ürünü yabani otlarla mücadele, toprakla mücadele, bitki hastalıklarıyla mücadele, tabiatla mücadele vb. ile ilgilenmezler, tam tersine barışık ve hemhâl olurlardı.

Bu mücadele sözü, en çok nefis ve şeytan kelimeleriyle beraber kullanılmaya yakışıyor zira…

“Kuşlarla paylaşıyorum demem.” işte budur arkadaşlar…

Muhabbetlerimi kabul buyurun. Allah’a emanet olun.

Daha Fazla Yükle

Yorum Bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Çok Okunanlar