Edebiyat
Başıma Konan Devlet Kuşu; Öğretmenlik
1985-86 eğitim-öğretim yılı, Ceyhan Yaltır Kardeşler Ortaokulu’ndaki öğretmenliğimin ilk senesiydi. Bir önceki dönemin Mart ayında öğretmenliğe başlamıştım. Şimdi yeni bir eğitim-öğretim yılının başında ve kısmen de olsa acemiliğini atmış, kalfalığa aday bir öğretmendim.
EKLENDİ
-:
Yazar:
Yıldırım AlkışOkulumuz ikili eğitim yapıyordu, onun için teneffüsler beş dakikaydı. Kaç dakika olursa olsun bunun farkında değildim. Çünkü teneffüsler öğrencilerin sorularıyla geçtiğinden öğretmenler odasına uğramadan bir sınıftan çıkıyor, diğer sınıfa giriyordum. Sınıflara haftada ikişer saatlik dersim yetmiyordu aslında. Sadece dersler değil, ders dışı faaliyetlerimiz de dolu dolu geçiyordu. Bu arada lise ve üniversite yıllarımda voleybol takımında yer aldığımı belirtmek isterim. Gerçi okulun voleybol takımı yoktu ama bu, bizim takım kurup maçlara çıkmamıza engel olmadı. İlçedeki maçların ardından Adana’ya müsabakalara gittik. Birinci olamadık ama centilmence oynadık, yeteri kadar alkış aldık.
Yılın genç öğretmeni seçiliyorum
24 Kasım Öğretmenler Günü vesilesiyle Ceyhan’da gelenek olmuş; bir kişiyi yılın öğretmeni, bir kişiyi de yılın genç öğretmeni seçiyorlar. O sene de yılın genç öğretmeni olarak beni seçtiler. Daha önceleri camide sohbet yapmıştım ancak bir salon toplantısında ilk defa konuşacaktım. Bu nedenle ne konuşayım diye günlerce çalıştım ve arkadaşlarımla istişare ettim.
Necip Fazıl Kısakürek’ten mülhem konuşmamın özeti şöyleydi:
“…Biz ‘Türk gençliğinin istikbali için bir genç öğretmene ihtiyaç var’ denildiğinde; sağına ve soluna bakınmadan, fert fert ‘ben varım’ demeye hazır öğretmenleriz… Biz, yaptıklarımızın ve yapacaklarımızın -başkaları tarafından ayıplansak da, horlansak da, övülsek de, ödüllendirilsek de- gerçek karşılığını her şeyin yaratıcısından göreceğimize inanarak yola çıkanlarız… Biz dininin, dilinin, milletinin, ırzının ve öcünün çilekeş öğrencisi, öğreticisi ve bekçileriyiz… Biz, hurafelere değil, Hakk’a inanan, gerçek adaletin bu inançta; gerçek hürriyetin Hakk’a kullukta olduğuna inananlarız… Biz, ‘zaman bendedir ve mekân bana emanettir’ bilinciyle hareket eden ve ‘benim olmadığım yerde kimse yoktur’ şuurunda olan öğretmenleriz…”
O dönemlerde okullarda bilgi yarışmaları yapılırdı. Okulumuzu bilgi yarışmasına hazırlama koordinasyonu bana verildi. Bilgi yarışmalarının sonucu; okulların eğitim kalitesi hakkında kamuoyunda önemli bir gösterge olarak değerlendirilirdi.
Okulumuzun gezi, inceleme ve turizm kolu rehber öğretmeniydim. Her yıl bir yakın, bir de uzak beldelere geziler yapardık. Sadece öğrencilerle değil öğretmenlerle de paydaş olduğumuz birçok güzel etkinlik vardı. Mesela öğretmenler futbol takımımız vardı. Ben de takımın kalecisiydim. Ayrıca öğretmen voleybol takımının ise as oyuncusuydum. Öğretmenler arasında gerçekleşen bu etkinlikler Ceyhan’da birçok öğretmenin birbirini tanımasına vesile oldu. Boş derslerimiz ve öğle aralarımız dahi mutlaka bir spor etkinliği ile dolardı. Bendeniz bu vakitlerde masa tenisi oynardım. Esasen herkesi de yenerdim, Fatma hariç. Fatma orta birinci sınıfta atom karınca bir çocuktu, çok güzel masa tenisi oynardı. Okulda herkesi ben yenerdim Fatma da beni. İdareci değildim ama bir idareci kadar sorumluluklarım vardı.
İmam Hatip Lisesi’ndeki bazı öğretmen arkadaşlar ile Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretmenlerinin de iştirakleriyle Tefsir okumaları yapıyor; camilerde vaaz programlarına dâhil oluyor; diğer taraftan da mahalle sohbetleri organize ediyorduk. Yirmi dört saatimiz planlıydı.
Tabii yeni evliydim, eşimi de ihmal etmemeliydim. Okulun uygun programlarına ve gezilerine birlikte iştirak ederdik. Kırmızı bir bisiklet aldım, okula da bu bisikletle gelip gidiyordum. Sadece okul servisi değil aynı zamanda ailemizin de binitiydi bu bisiklet. Hanımı terkime bindirir, yol boyu tabiat gezilerine çıkar, dost ziyaretleri yapardık. Oğlumuz dünyaya gelince bisikletimizin yolcusu da üç oldu.
Millî Eğitim Bakanlığı, Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersi müfredatı için fikrimizi sormuştu. Ben de tekliflerimi yazmış ve “Tasavvufî konulara yer verilmeli, sadece kelime olarak değil müstakil bir başlık ve konu olarak işlenmeli” diye yazmıştım. Her zaman olduğu gibi o günlerde de tasavvuf konusu olumsuz haberlerle gündemdeydi. İlçe Millî Eğitim’de şube müdürü hocamız okula geldi ve “Teklifini anlamadık, nereden çıktı tasavvufî konular meselesi?” diye sordu. “Haber mi olmak istiyorsun?” der gibi bir hâli vardı, endişeliydi. “Hocam bu yanlış tarikat ve şeyh haberlerinin dinimize zararı oluyor. Asıl tasavvuf yolu Mevlana, Yunus Emre, Hacı Bayram Veli, Hacı Bektaş Veli, Ahmet Yesevi’lerin yolu, sevgi ve kardeşlik yolu. Bu yolun maskaralık olmadığını işlemeliyiz ki istismar edilmesin” dedim.
Bu arada şube müdürü de haksız değildi aslında. Başarılı bir Milli Eğitim Bakanı olan Vehbi Dinçerler’i bu tür manipülasyonlarla bakanlıkten etmişlerdi.
1986, 1987, 1988, 1989, 1990 yılları birbiri ardınca hızla geçip gidiyordu. Yaz tatillerinde Göksun’da ailemle olmak, tarla, bağ bahçe işlerini saymazsak güzeldi ama öğrencilerimi özlüyordum. Yeni öğretim yılını iple çekiyordum.
1989 yılının da önemli bir hatırası vardı benim için. Prof. Dr. Esad Coşan, Ceyhan’a gelmiş ve Muradiye Camii’nde konuşmuştu. Konuşmasının bir yerinde: “Bir ajandanız olsun, ismi de olsun, her gün bir ayet bir hadis, bir güzel söz yazın, hem ezberleyin hem de dostlarınızla paylaşın” dedi. Aklıma yer etti bu söz. Camiden çıkar çıkmaz on lira verip bir ajanda aldım. İsmini de “Heybe” koydum. Tarif edildiği üzere yazıyor, hem dostlarımla hem de öğrencilerimle paylaşıyordum. Bazen dostlara da hatıra mahiyetinde yazdırıyordum. Müdürümüz Özşan Beyin yazısına imrenirdim, bir sayfayı da o yazdı. Bazen de özgün şiir denemeleri yapardım. Nasıl olsa ajanda bana aitti, her istediğimi yazabilirdim. Zamanla altı tane heybem oldu. “Hayır” demeyen, küsmeyen, gücenmeyen arkadaşlarım oldular. Bu ajanda tutma âdetim, sonraki yıllarda öğrencilerime de örnek oldu.
Müdürümüz Özşan Koban’ın Heybe’me yazdığı not.
Bu da benim denemelerimden biri
İki otobüsle Konya’ya gidiyoruz.
1990 yılının Nisan ayında iki otobüsle Konya gezisi planladık. Biri kız öğrenciler ve onlardan sorumlu bayan öğretmenler, diğeri de erkek öğrenciler ve onlarla ilgilenecek erkek öğretmenler içindi. O güne kadar Ceyhan böyle hâdise görmemişti. Kızlar ve erkekler için ayrı otobüslerin olması insanları bir hayli şaşırtmıştı. Bazı arkadaşlar, “ne olacak canım bunlar daha çocuk!” diyorlardı ama disiplin olaylarının yüzde doksanı kız-erkek ilişkileriyle alakalıydı. Akşamüzeri otobüsler hazırlanmış ve öğrenciler yerlerini almaya başlamışlardı. İlçe Milli Eğitim Müdürü, oğlunu ve kızını getirmiş tabii çocuklarının aynı otobüste olacaklarını düşünmüş ona göre hazırlık yapmışlardı muhtemelen. Bana “Hocam şimdi kızımı ve oğlumu aynı otobüse bindiremeyecek miyim?” diye sordu. Beklemediğim yerden geldi soru. İlahiyat’tan yeni mezun olan, hayatı ve Ceyhan’ı tanımayan, toy ama samimi bir öğretmen, bu soru karşısında ne ne yapabilirdi? Zaten çoğu öğretmen de bu uygulamama karşıydı. Ancak arkamda müdürün olduğunu bildiklerinden ses çıkartmıyorlardı. Bu soru karşısında tüm gözler, âdeta “yolun sonu gözüktü” dercesine bana bakıyordu. Allah yardım etti. “Müdürüm, sizin çocuklara ayrıcalık yapalım; oğlumuz ablasının otobüsüne binsin ama bir de Alperen’e soralım” demek zorunda hissettim kendimi. O günler, rahmetli Turgut Özal’ın başbakanlık dönemi olduğundan ılıman hava hâkimdi. Biz de bu ılıman havayı biraz fazla zorladık sanki. Alperen, “Ben kızların otobüsüne binmem” dedi. Müdür bey de sağ olsun, “Hocam planınızı bozmayın, yolunuz açık olsun” deyince rahatladım. Çok güzel bir gezi oldu ve biz de rüştümüzü böylece ispat etmiş olduk.
Öğrencilerden yağmur gibi sorular geliyordu, şikâyetimiz yoktu ama soruların neredeyse yüzde sekseni birbirinin tekrarı mahiyetindeydi. Bizde zümre olarak çok sorulan soruları üç sayfa hâlinde teksir yapıp okulda dağıttık. Henüz fotokopi makinası icat olmamış ya da okullarımıza gelmemişti. Bu sırada bizim faaliyetlerimizden bazı veliler rahatsız olmuşlar, hatta içinde avukatların da olduğu bir grup bizi şikâyete hazırlanmış. Müdürümüz bizi savunmuş ve şikâyeti engellemiş. Tabii metnin altında onun da imzası vardı, acemiydik ama tedbirliydik.
Müdürümüz hep bizi kolladı hakkını yememek lazım. Bizim heyecanımız onun tecrübesiyle ete kemiğe bürünüyordu. Zekât konusunu işlediğimiz günlerde öğrencimiz Hasan Ali babasına gitmiş, “Baba biz malımızın zekâtını veriyor muyuz?” diye sormuş, hatta biraz da cevabını almak için zorlamış. Beyefendinin zekât gibi bir gündemi olmadığı için rahatsız olmuş. O da müdür beyi arayıp bizi şikâyet edeceğini söylemiş. Tabii müdür beyle samimiyetleri var; bu samimiyete binaen, “Önce beni şikâyet edin, sonra öğretmenlerimi” demiş.
Her dönemin sonunda o dönem işlediğim derslerle ilgili tüm sınıflarda anket yapıyordum. Bu alışkanlığımı hiç terk etmedim. Hatta yıllar sonra il millî eğitim müdürü olunca idareci arkadaşlara da anket yaptım, yardımcılarım riskli olacağını söyledilerse de ısrar ettim ve yaptım. Bu anketler benim samimi müfettişlerim oldu, çok istifade ettim.
Bir sınıfta birkaç öğrenci yaptığım anketlerde, “Öğretmenim dersi çok yüksek sesli anlatıyorsunuz” demiş. Önemsemedim, “Hadi be!” diye geçiştirdim. Başka sınıflardan da benzer şekilde yazanlar olmuş. Yine geçiştirdim. Bir gün müdür yardımcısı Erol Bey, “Yıldırım Bey neye kızdın sınıfta?” dedi. “Hiçbir şeye kızmadım, ben kolayına kızmam!” dedim. Israr etti, “Hayır, hayır kızmıştın bağırıyordun!” dedi. Benim jeton ancak düştü, öğrencilerimin yazdıklarını hatırladım ve sonraki derslerde kendimi kontrol etmeye başladım, baktım gerçekten bağırıyorum, niçin, çünkü vaaz kültürümüz böyle. Bağırınca daha etkili olacağını sanıyoruz. Neyse sesimi kontrol altına almayı başardım. Ne var ki sonraki yıllarda ses tellerimdeki nodül sebebiyle ameliyat olmaktan kaçamadım. Ses kontrolünü öğrendikten sonra cami de yaptığım sohbet sonrası tanış olduğum bir dost, “Yıldırım Hoca iyi güzel de hiç bağırmıyorsun, arada bir kürsüye vurmalısın!” dedi. “Kime, niçin bağırayım, ortada suçlu yok, ben de hâkim değilim” diye cevapladım.
İlçede Gazi İlköğretim Okulu’na da görevlendirildim, böylece aynı anda iki okulda görev yapmaya başladım. Sonraki yıllarda yeni açılan Kız Sağlık Meslek Lisesi ile İmam Hatip Lisesi’nde de derslere girdim. Yine talep üzerine Ceyhan Kapalı Cezaevi’nde Ahlak Bilgisi derslerine girdim. Benim için hepsi ayrı tecrübe oldu.
Öğretmen olduğum için o kadar mutluydum ki tarifi imkânsız. Rabbime tekrar tekrar şükrediyorum, beni bu güzel sanatın sanatkârı yapması sebebiyle. Başına “Devlet Kuşu” konan masal kahramanlarından daha mutluydum.
Çok Okunanlar
- Kavram-
Bize “Baby Boomer/Bebek Patlaması” Kuşağı Diyorlar
- Kültür Sanat-
“Hatiboğlu Ailesi” Ulusal Sempozyumu Burdur’da Düzenlenecek
- Kavram-
Bedevilikten Kurtuluş
- Gezi Yazısı-
Şehriyar, Ah…
- Edebiyat-
Sıla Ölür Gurbet Kalır
- Kavram-
Millî Tarih Bilinci Üzerine
- Düşünce-
Dünya: Yerel ve Küresel Oyun Sahası
- Edebiyat-
Susmak İnce İşçilik İster