1. Anasayfa
  2. Düşünce

Bilim ve Bilimizm: Coğrafya Dersi mi Din Dersi mi?

Bilim ve Bilimizm: Coğrafya Dersi mi Din Dersi mi?
0

 “… coğrafya dersini kaldırır yerine iki tane din dersi koyarsanız netice böyle olur?”

“Bilim var olan her şey hakkındaymış gibi görünür. Fakat, bilim son derece dışlayıcıdır.”

(Paul Feyereband, Bilimin Tiranlığı)

Bilimin alamet-i farikası yöntemidir. Bilim belirli ve çok somut bir araştırma yöntemine sahiptir. Ayrıca araştırma nesnesi açısından da oldukça belirgin bir alanı inceleme konusu yapar. Gözlemlenebilir olay, olgu, durum ve nesneler bilimin araştırma sahasına girer. Sonuç itibariyle bir bilgi elde etme türü olarak bilim, niyetlerden ve yargılardan arınmış (!) nesnel bilginin peşindedir veya böyle bir çaba içerisinde olduğu iddiasındadır. Bilimin açıklamaları ise bilim insanlarının dilinden insanlarla ve dünyayla buluşur. Bilimin nesnelliğinin kerteriz noktası da burada açığa çıkar. Zira bilgiyle söylemin, söylemle bilginin iç içe geçtiği, aralarındaki mesafenin bulanıklaştığı yer burasıdır. Bilimin yansızlığı iddiası, yeterli ısıya (ideoloji ve bir dünya görüşüne-dünya resmine) maruz kaldığında tam da bu noktada buharlaşmaya başlar.

Bilimin verilerini, açıklama ve öngörülerini temel alıp, politik ve ideolojik alana girildiği andan itibaren bilimin alanından çıkılmış olunur. Başka bir anlatımla bilim, bir aparata ve silaha dönüştürülmüş olur. İfadeyi tekil şahıs kipi ile belirtecek olursak, bir noktadan sonra objektif alanın sınırlarını ihlal ederek sübjektif yargılarınızı bilimin itibarından yararlanarak dayatmacı bir mantıkla meşrulaştırmaya çalışırsınız. Bu, yöntemsel olarak doğru olmadığı gibi ahlaki olarak son derece sakat ve tartışmalı bir tavır ve durumdur. Ve artık bu sınırdan itibaren bilimin korunaklı alanından da çıkmış ve her türlü karşı açıklama, argüman ve itiraza; sizin kullandığınız üslubun aynısı ile size mukabelede bulunulmasına açık hale gelirsiniz. Dolayısıyla bu, bilimin inkârı olmayacak, sizin öznel yargılarınızın deşifre edilmesi ve kritiği olacaktır. Zira söz konusu mukabele bir bilim adamına değil bir ideoloğa karşıdır artık.

Son tahlilde karşı karşıya olduğumuz şey, Feyereband’ın eleştirel ifadesiyle “[b]ilim başarılıdır; tek yapabileceğimiz, çenemizi kapamak ve onun ideolojisini dikkate almak” şeklindeki dayatmacı, kısıtlayıcı, tahakkümcü ve indirgemeci bir yaklaşımdan başkası olmayacaktır. Bilimin bu şekilde tahakkümcü ve dışlayıcı bir ideolojiye dönüşmesi ise bilimizmden başka bir şey değildir. Bilimizm, bilimin bizzat bir ideolojiye dönüşmesidir. Bu ideoloji de tıpkı diğer ideolojilerde olduğu gibi kendi ötekisini yaratır; nefret objeleri üretir. Kabulleri ve retleri ile kendi dünyasını inşa etmeye çalışır.

Bu girizgâhtan sonra başlıkta vurgulanmaya çalışılan ve bu yazıya sebebiyet veren güncel olaya dönersek, aslında tam da böylesi bir ideolog tutumu ile karşı karşıya olduğumuzu söyleyebiliriz. Bir örnekle ilerleyelim: Bir hekim-hasta ilişkisi düşünelim. Hekimin önüne bir hasta gelmiş olsun. Bu hastanın boğazında şişlik, hafif ateş ve kuru bir öksürüğü var. Bunlar birer semptom, birer hastalık belirtisidir. Ancak bunlar birer neden değildir, göstergedir. Bunlara bakarak bir teşhis konur, bir hastalığın tanımına ulaşılır. Örneğin ilgili kişi soğukta kalmış ve soğuk almış olabilir, soğuk havada soğuk bir şey içmiş ya da bir enfeksiyona maruz kalmış olabilir vs. Doktor ilk aşamada hastalığa bunlardan hangisinin sebep olduğunu bilemez. Bu, ayrı bir araştırma ve soruşturma gerektirir. Fakat hastaya, genel olarak bu nedenlerin böylesi bir sonuç doğuracağı söylenebilir ve bir daha böyle bir sorunla karşılaşmamak için bunlardan uzak durmasını telkin edebilir. Tüm bunların dışında söz konusu belirtiler ve hastalıkla, örneğin hastanın namaz kılıyor olması, futbol izlemeyi seviyor olması, bir ağacı kutsal kabul ediyor olması arasında bir ilişki kurmaya kalkarsa düpedüz ya cahillik ya da mesleğine ihanet etmiş olur.

Ele aldığımız ve tartışmaya konu olan olayla ilgili tam olarak böylesi bir durum söz konusudur aslında. Görünüşte bir bilim adamı olmanın getirdiği itibarın kullanılması suretiyle ve fakat hiç de bilimsel olmayan bir yaklaşımla belirli bir olaya ilişkin bir takım tespit ve teşhisler yapılmaya çalışılmıştır. Fakat ne yapılan açıklama yerindedir ne de buna ilişkin bilimsel olarak ya da ahlaki ve mantıksal kanıtlar ortaya konmuş durumdadır.

İddia basitçe şudur: Kaldırılan coğrafya dersinin yerine konan din dersi depremde bu kadar yıkımın gerçekleşmesine ve çok sayıda insanın ölmesine sebep olmuştur. (İlave olarak şunlar da eklenebilir: Bütün din dersi almış lise mezunları müteahhit oldu ve din eğitiminden kaynaklı bilgilerinden ötürü yaptıkları çürük binalar yıkıldı ve ölümlere neden oldu? Coğrafya dersi insanlara iyi bina yapma bilgisi öğretir).

Bu iddianın ilk çağrışımı din dersi ile kader inancı arasında bir ilişki kuruluyor olduğu yönündedir. İnsanlar “kaderimde varsa ölürüm” inancına sahip oldukları için ve yeterli coğrafya bilgisine de sahip olmadıkları için hem fay hatlarının nerede olduğunu bilmiyorlar ve fay üzerine bina yapıyorlar hem de depreme dayanıklı binalar yapmıyorlar, denmek isteniyor diye değerlendiriyorum. İyi de fayın üstüne bina yapanlar da o binayı sağlam yapmayanlar da kontrolünü yeterince yapmayanlar da onayları verirken titiz davranmayanlar da üniversitelerde coğrafya dersi alan, statik dersi alan, yapı dersi alan ve diğer mühendislik derslerini alan kişiler değil mi? O halde din dersinin bu durumla nasıl bir ilişkisi kurulabilir ki? Kanaatimce bu ilişki, “ortada hazır kullanışlı bir durum söz konusu iken, bunu ideolojik arka planımız doğrultusunda bir aparata dönüştürmek ve öteden beri bir yaşam-inanç biçimi olarak mücadele ettiğimiz dini itibarsızlaştırmak amacıyla bir fırsata dönüştürebiliriz” düşüncesi ve niyetinde saklıdır.

Demek oluyor ki, bu noktada insanların kader inancına sahip olmalarıyla depremde çok kolay yıkılan binalar yapılması arasında nedensellik ilişkisi kurabilmeyi sağlayan kanıtlar aramak beyhudedir. Fakat yine de “bunun bilimsel ispatı nasıl yapılmaktadır? Hangi araştırmalar ve hangi veriler söz konusudur?” sorusunun peşinden gitmek mevzuyu biraz daha vuzuha kavuşturmak açısından iyi olacaktır. Bunu da yine bir temsil üzerinden gerçekleştirebiliriz.

Polisin bir zanlıyı gözaltına aldığını ve isnat edilen bir suçla ilgili olarak sorguladığını varsayalım. Öncelikli olarak polis bu zanlıyı sorgularken şunu belirlemek durumundadır: Zanlının söz konusu suçu ya da buna ilişkin başka bir suçu gerçekten işleyip işlemediğini tespiti. Bunu yaparken de suçun öğelerinin neler olduğunu açıkça tanımlamalı ve ortaya koymalıdır. Akabinde de zanlıyla bu öğeler arasında bir ilişkinin olup olmadığını belirlemedir. Ve şayet böyle bir ilişki varsa bu ilişkin kesin bir ilişki olduğunun kanıtlanması gerekir. Buradan hareketle tekrar örneğimize dönersek, bu örnekte ne başlangıçta suça ilişkin (depremden kaynaklı kayıplarda liselerdeki din dersinin sorumlu olması) ögeler tanımlanmış ve ortaya konmuş ne zanlı ile suç arasındaki ilişki belirlenmiş ne de böylesi bir kesinlik ortaya konabilmiştir.

Sonuç olarak alıntılanan ifadenin sahibinin bu ifadesinin tamamen bir görenek sonucu ve sorunu olarak dile geldiğini söylemek mümkündür. Başka bir anlatımla kendi kültürel çevresinin ürettiği bir seküler görenek (“kafa, bu kafa”) sonucunda bu ve benzeri cümleler kurulmaktadır. İlgili kişinin çokça vurgu yaptığı ve ziyadesiyle önemsediği bilimsel metodoloji açısından bakıldığında, söylenenlerin hiçbir bilimsel temeli olmadığı görülecektir. Daha da vahimi bu söylenenlerin ahlaki tutarlılığı da sıfıra yakındır. Burada göreneğe (belirli bir dünya görüşünün anlam ve algı dünyası) yaslanan bir öykü üretilmekte ve bu da bilimsel bir paketle sunulmaya çalışılmaktadır.

Charles Tilly, Düşüncelerimizin ve Davranışlarımızın Altında Yatan Nedenler adlı kitabında şöyle demektedir: “Nedenler pratikleri haklılaştırır. Mevcut durumlar ve ilişkiler için uygun nedenler sunmak, bildiğimiz şekliyle insani toplumsal yaşamın şekillenmesine yardım eder. Uygunsuz nedenler sunmak, toplumsal yaşamı bozar.” Burada da tam olarak böylesi bir durumla karşı karşıyayız aslında. Sunulan uygunsuz nedenler sorunların çözümüne katkı sunmak bir yana tam tersine sorunların gerçek nedenlerine odaklanılmasını engellemekte ve toplumsal yaşamı bozmaktadır. Feyeraband’ın ifadesiyle “ihtiyacımız olan şey yerel ahaliye sanki aptallarmış gibi davranan, giderek saldırganlaşan bir bilim uygulaması değildir; ihtiyacımız olan uzmanlar ile onların yargıda bulunmak, değiştirmek, geliştirmek istedikleri çevrelerde yaşayan insanlar arasında daha yakın bir işbirliğidir.”

Yanlış sorular, yanlış sonuçlar doğurur. Hastalığı doğru teşhis etsek bile yanlış ilaç vermek hastalığı iyileştiremez. Hem hastalığı doğru teşhis etmemiz hem de doğru ilaçları kullanarak doğru tedaviyi uygulamamız gerekir. Bitirirken doğru bir başlangıç olması niyeti ile konuyla doğrudan alakadar bazı soruları da aşağıya bırakıyorum.

  1. Uygun standartlarımız var mı? Her anlamda; yapı, siyaset, eğitim vs.
  2. Bu standartlar her aşamada gözetiliyor mu-gözetildi mi? Bunlarda bir ihlal söz konusu mu?
  3. Standartların ihlalinden bir zarar ortaya çıktı mı? Ya da söz konusu zarar bu ihlalden mi kaynaklandı?
  4. İhlallerin failleri kimler? Failler doğru bir şekilde tespit ediliyor mu-edildi mi?
  5. Süreçler teknik, politik ve ahlaki açıdan doğru ve sorun bir çözücü bir şekilde yürütülüyor mu? Bunun sağlanması için nelerin yapılması gerekir?

1980 yılında Erzurum’un Aşkale ilçesinde doğdu. İlk ve lise eğitimini Aşkale’de tamamladı. İnönü Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Kamu Yönetimi Bölümü’nden mezun olduktan sonra yüksek lisansını Atatürk Üniversitesi’nde doktora eğitimini ise Süleyman Demirel Üniversitesinde tamamladı. 2005 yılında Kafkas Üniversitesi, İİBF, Kamu Yönetimi Bölümü’nde başladığı akademik kariyerini ve çalışmalarını hâlen Cumhuriyet Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümünde sürdürmektedir. İktidar, otorite, egemenlik, meşruiyet; siyasal ideolojiler ve Türkiye’de siyasal hareketler; siyaset ve kamusal alan; devlet kuramı ve devlet tartışmaları; Türkiye’de siyasal modernleşme; Türk politik kültürü ve siyasal hayat konularında çalışmalar yürütmektedir. Çalışma alanları ile ilgili yayınlanmış çok sayıda makalesi ve kitap bölümleri bulunmaktadır. Ayrıca Hatırladıklarımız ve Hatırlayacaklarımız: 15 Temmuz Darbe Girişimi ve Türkiye’de İdeolojiler ve Devlet Algısı: Kemalizm, Milliyetçilik, İslamcılık ve Sosyalizm adlarını taşıyan kitapları bulunmaktadır.

Yazarın Profili

Bültenimize Katılın

Hemen ücretsiz üye olun ve yeni güncellemelerden haberdar olan ilk kişi olun.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir