“Sende iki şey ifrat halinde: Zekâ ve muhabbet!”
Abdulhakim Arvasi, Necip Fazıl’ın, kişilik, yetişme tarzı, akıl, zekâ gibi ulvi vasıflarını işte böyle anlatmıştı.
Gerçekten de, doğuştan düşünce derinliğine sahip olan bu çocuk, ilgili bir şekilde beslenmiştir. Ailesi zekâsının çevikliği ile baş edemediğinden kendisine okumayı öğrettiğinde, Üstat kendini okumaya vermiştir.
Bu uslanmaz idrak ve irfanın ilk tecellileri burada ortaya çıkmıştır. Kendisinde bulunan erdem vaktini malayani işler içinde harcayan insanlar arasından sıyrılmasını sağlamıştır.
Bu erdem bilmek istemek, bildiğini anmak, anlamak ve anladığıyla hayatını anlamlandırmak yolculuğunda düşe kalka da olsa ısrarcı olmaktır.
İlk gençliğinden beri süregelen bu ısrarlı gelişimi, sonunda, onu edebiyat dünyasının delice övdüğü, Çile Şairi unvanına sahip kılmıştır.
Kendisi, en olgun eserlerini manevi yol göstericisi ile tanıştıktan sonra verdiğini dile getirmiştir. Eserleri bütünlük hâlinde incelendiğinde görülmektedir ki o, Abdülhakim Arvâsî’yi tanımadan önce kötümser, karamsar, yalnız ve ümitsiz bir dünya görüşüne sahiptir.
Abdülhakim Arvasi ile tanıştıktan sonra ise büyük bir dönüşüm yaşamıştır. Bu tanıma ve beraberinde gelen muhabbet Necip Fazıl’a bir başka dünyanın kapılarını açmıştır. 20’li yaşlarında meşhurlarla yaşadığı bohem hayatından sıyrılmıştır.
Kendi deyimi ile bir bunalma, bir ruh sıkışmasından kurtulmuş, kendini unutma halinden sıyrılmıştır. Hayatını anlamlı ve yaşanabilir kılmaya baş koymuştur.
Eserlerinde bu duygu dünyasının gelişimini ve manevi olgunlaşmayı hissedebiliriz ama edebî başarısının bu dönemden önce de varlığını göz ardı edemeyiz. Yaşar Nabi, kendisini “Bir mısrası bir millete şeref verecek şair!” diyerek andığında Necip Fazıl, Abdülhakim Arvâsî ile henüz tanışmamıştı.
İşte bu yıllarda daima bir huzur arayışı içinde olan Üstad’a, Mürşidi ile tanışmadan önce “her şey gizli bir düğüm”dür, bir “bilmece”dir; kendisi “yıkık ve şaşkın”dır. “Ben kimim?” sorusunun cevabını aramaktadır. Bu tanışmayı kendisi için “büyük zelzele” olarak ifade eder. Şu kadar yıllık kâinat, ona yeni baştan ve teker teker gerçekleştirilmeye muhtaç görünür. Tanıştıktan sonra artık evreni, insanı, insanın görevini belirlemiştir.
İnsanlar fikir dünyalarında böylesi değişimler yaşatacak kişilerle sıklıkla karşılaşmazlar. Bu yüzden insan, ruhunda bir kıvılcım yakan kişilerin peşinden üstadın sergilediği gibi bir tutkuyla gitmelidir. Üstadın kendisini manevi olarak besleyen bu kaynağı bir hizmet kapısına dönüştürerek verimli kullanması da aslında bize örnektir.
2 / 2
1934 yılında, Abdülhakim Arvasi’nin müritlerinden birisiyle karşılaşması ile muhabbet kapısı açılır. Aradan haftalar geçerken Necip Fazıl’ın ilgisi artar. Bunca yıl farkında olmadan hasretini çektiği kişiyi daha yakından tanımak ister.
Daha önce de tasavvuf hakkında malumatı olmuştur, ancak bu karşılaşma onu derinden sarsmıştır. Bu durumu mürşidi ona “Bu iş kitapla olmaz. Akılla da varılmaz. Hiç yemeğin lezzeti çatal ve bıçakla aranıp bulunabilir mi?” diyerek tasavvufun kâl yani söz ilmi olmadığını, hâl ilmi olduğunu izah eder. Böylece aralarındaki büyük bağlılık ve muhabbet ortamı başlar. Mürşidi ile her görüşmesi onun ruhunun derinliklerinde etkili izler bırakır.
Necip Fazıl, Abdülhakim Arvâsî’yi tanıdıktan sonra sanatını ve tüm çalışmalarını İslamî çizgiye kaydırmış, eserlerini Allah için sanat anlayışı doğrultusunda kaleme almıştır.
Özellikle sanatın sadece Allah’ı arama işi olduğunu şiirlerinde de dile getirmiştir. Eserlerinin sayısı gözle görülür şekilde artmıştır. Yaşamı gibi, verdiği eserler de âdeta bereketlenmiştir.
Fakat anlaşılması gereken nokta şudur ki Necip Fazıl, mürşidi ile tanışmadan önce de zaten makam ve şöhretinin tam zirve noktasındaydı. Fikir dünyasındaki değişimini hayatına yansıtmak noktasında korkusuzluğu ve eminliği bizim için büyük bir örnektir.
Şeyhiyle yaptığı ziyaretleri sıklaştırdıkça tasavvufî duyarlılığı artan Necip Fazıl’a “mistik şair” lakabı verilir. Böyle bir manevi değişimden vazgeçirmek için ona büyük meblağlar teklif edilir; fakat onun cevabı daima “Büyük kapıyı asla terk etmem!” ifadesi olur. Onun, “büyük kapı” diye bahsettiği, Abdülhakim Arvâsî’nin ilim ve hikmet kapısıdır.
Yıllarca içinde âdeta boğuştuğu fikir ve düşüncelerin izdihamından kurtulmuştur. Bu değişimiyse yansıtmaktan, kendisinin önceki versiyonuna keskin bir sınır çizmekten geri durmamıştır. Kendisindeki değişimi eleştirenlerle arasına set çekmekten de korkmamıştır. Ucunda şöhretini kaybetmek olsa bile.
Necip Fazıl’ın Abdülhakim Arvâsî ile irtibat kurması, tasavvufa gönül bağının olması onun bambaşka bir yönünün ortaya çıkmasına vesile olmuştur. Mânevî tesiri altında dinî ve tasavvufî sahada çok sayıda eser kaleme almıştır. Aralarındaki bu bağ, 1943’te mürşidinin Hakk’a yürümesi ile mesafelendiğinde, Necip Fazıl için asla yeri doldurulamayacak bu büyük kayıp, Üstad’ın bundan sonraki yazılarında derin bir özlem olarak kendini göstermiştir. Böyle bir ayrılığın hüznünü o şu cümlelerle ifade etmiştir:
“Yirmi dokuz yıl değil, iki bin dokuz yüz yıl değil, sayılar boyunca devirler gelip geçse üzerinden zaman geçmeyecek velîlerdensin sen… Ruhun gibi kalbin de mahfûz… Kalıbın orada; fakat ruhâniyetin Allah’ın izniyle her tarafta ve benim yanımda… Benim güzel Efendim! Başucumdasın biliyorum; ama ben ne yapayım ki dünya zindanı içinde, ayrıca beş hassemin zindanında kapalıyım ve seni göremiyorum.”