Bizimle İletişime Geçin

Edebiyat

Bir Zamanlar Dolapdere’de

Kargaların asırlarca yaşadığına dair bir inanış var. Yalnızca zamanda yolculuk yapıyorlar. Buna izin veriyoruz çünkü çok iyi rehberlik yapıyorlar ve çok sadıklar. Tabii istediklerini verdiğimiz müddetçe. Ne mi istiyorlar? Yalnızca intikam. Bir kargaya kötülük yapmadan önce iyi düşünün. Özellikle bir ZYR (Zaman Yolcusu Rehberi) ise.

EKLENDİ

:

Zamanın Kralı

Dükkânın önünü süpürdüm. Sigaramı yola nişan alıp fırlattım. Şöyle bir gerindim. İki müşteri dükkâna girdi. O ikisinden küçük olanın çilleri beni ürküttü nedense. Kaldırıma bir karga kondu. Kapkara bir şey. Bizim Arap Tarık’tan daha kara. Gagasını açmış, şaşkın şaşkın bir bana, bir dükkâna bakıyor. “Ne bakıyon, lan?” dedim. “Gak!” dedi. Gak, tabii. Ya ne diyecekti? Karga bu. Konuşacak hâli yok ya. Konuşsa da ana avrat düz gidecek bir tipi vardı ya, neyse. Kargaya fazla bulaşmadan dükkâna girdim. – Çünkü beş yüz yıl mı ne yaşıyormuş bu mahlûklar. – Masama geçtim. İşte benim imparatorluğum. Bu sunta masadan tüm dünyayı yönetebilirim icap ederse. Açarım bir Ah Canım Ahmet. Nedir ki yani…

Bana Zamanın Kralı derler. Bir filmde mi ne geçiyormuş. Aslında Zamanın Efendisi’ymiş de, ben efendi bir adam değilmişim. Kral adammışım. Onlara şu son model bilgisayarlarda saatlik dilimler tanıyorum diye böyle dediklerini düşünüyorum. Zamanın ilerisinde bir işle uğraştığım için dediklerini düşünmek yavan geliyor. Her kral gibi biraz zalimim de. Kimseyi ücretsiz bir dakika fazladan oturtmam. O bir dakikalık elektriği, interneti kim ödeyecek? Ben tabii ki. Fıfa 99, Counter ya da Midtown oynarken seni severler. Faturaları öderken yalnızsındır.

Kurallarım vardır. Küfür etmek yasak. Hele ana bacı küfür edene bir araba dayak atılır. Sonra “Yürrüüü ense tıraşını görelim.” diyerek eve postalanır. Dışarıdan yiyecek içecek getirmek yasaktır. Acıkana tost basarım, ayran da var. “Abi, Orhan’a bassana! Hahaha!” gibi şakalar çok döner. Ben de eğlenirim. Klavyeye bir şey döken olursa, kaçacak yer arasın. Bu en önemli kural. Benim için.

Burası Dolapdere. Hırsızlık çok olur. Bir bakmışsın ekranların, kasaların, klavyelerin bitpazarında sana mahzun mahzun bakıyor. E, kavga çıkarsan birken bin olur bu dallamalar. Mecbur paranla geri alırsın. Bu mevzuyu birkaç hırsız tanıdıkla hallettik, bana ilişmiyorlar. Ama en fenası haraç çeteleri. Bir kere yakayı kaptırdın mı, iliğine kadar emer vampir pezevenkler! O mevzuyu da Domdom lakaplı bir abimiz çözdü. Aslında adı Mevlüt. Şişman olduğu için mi Domdom denmiş, bilmiyorum. Kanlısının Mevlüt’ü domdom kurşunuyla öldürmeye çalışmasının da payı olabilir. Domdom abi bana Teknolocik Tapir diye seslenir. Buyur abi, derim. Tost basarım. Basmakla ilgili espri yapılmaz o zaman. Sanırım bunun Domdom’un belindeki silahla bir ilgisi olabilir.

Her şey böyle sürüp giderken, farklı bir şey oldu. Tam olarak anlamadım ama hani böyle bir film vardı. Neydi adı? Hani şey, zamanda yolculuk falan… Biri geldi işte. Zamanın Kralı’nı arıyormuş. Benim. Sen olamazsın. Olurum. Derken araya karga girdi. Sağ olsun bizim çocuklar duruma ayıkmış. Hemen daldılar içeriye. Meczup olduğunu bilmiyoruz ki, abi. Bir güzel paraladık adamı yeminle.

Bir Garip Zaman Yolcusu

İşte yine oluyor. Yine sıkışıp kalıyorum. İki kapılı bir han diyorlar ya hayat için. Öyle gibi duruyor ilk bakışta. Benim gibi meraklı ve salaksanız hayatın birden çok kapısı olduğu gerçekliğiyle tanışırsınız. Zamanın kapıları. Keşke ben de yalnızca iki kapı arasında yaşam sürseydim. Bizim yıllarımızda bir deyime dönen ama yolculuklarımda öğrendiğim kadarıyla bir şaire ait olan şu sözlerdeki gibi: “Merak, bir devrimcinin hazırlığıdır.” Ben de devrim hülyalarına dalıp, merak etmeye başladığımdan beri başım beladan kurtulmadı.

Bu boş mevzularla kimseyi sıkmaya niyetim yok. En başta kendimi. Şu an önemli olan 12 Kasım 1999’da Taksim’de ıslak hamburger yiyor olmam. Hâlâ bir kapı bulamadan öylece oturmuş tıkınıyorum. Eski insanlar gibi. Belki de az ilerideki kuruyemişçiden leblebi alırım, he? Ne kadar mutlu olsam az! Her defasında yabacı bir yer, yabancı insanlar ve bazen oldukça yabancı kültürler. Sürekli krokiler çizmek, notlar almak zorunda olmak. İyi ki yanımda şu karga var. İşimi kolaylaştırıyor. Ben ona Shwarz diyorum. Birden fazla, hem de çok fazla dil kullanılan, şu an içinde de bulunduğum zaman diliminde de tercih edilen bir dilde siyah anlamına geliyor.

Kargaların asırlarca yaşadığına dair bir inanış var. Yalnızca zamanda yolculuk yapıyorlar. Buna izin veriyoruz çünkü çok iyi rehberlik yapıyorlar ve çok sadıklar. Tabii istediklerini verdiğimiz müddetçe. Ne mi istiyorlar? Yalnızca intikam. Bir kargaya kötülük yapmadan önce iyi düşünün. Özellikle bir ZYR (Zaman Yolcusu Rehberi) ise.

Her neyse. Sıraselviler’den meydana yürüdüm. Oradan Harbiye’ye. Dosdoğru Osmanbey’e devam ettim. Daha önce fark etmediğim bir tabela dikkatimi çekti. Kurtuluş yazıyordu. Kurtuluşum burada olabilir miydi? Ne saçma! Bu kadar batıl inançlı olamam. Yine de Pangaltı’ya daldım. Feriköy’e devam etmeden Kurtuluş caddesine girdim ve dümdüz yürüdüm. Kar yağsın istiyordum ama çok erkendi. Yağmura da razıyım. Kendimi ancak öyle gizlenmiş hissedebiliyorum.

İki kişinin konuşması dikkatimi çekti. Biri daha çocuktu. Zayıf, yaşına göre uzun ve çelimsizdi. Gözlük takmaktan burnunda kemer oluşmuş gibiydi. Kıvırcık saçlı ve çilliydi. Beyaz yüzündeki çiller ona bakanlarda bir uğursuzluk hissi uyandırıyor olmalıydı. Diğeri abisiydi. Aralarında altı yedi yaş olmalı. Abi de beyaz tenli ama benzemiyorlar. Abisinin sol yanağında bir ben var sadece. Saçları düz.  Kardeşi abisine yeni açılan internet kafeye gitmesine izin vermesi için adeta yalvarıyordu. Zamanın Kralı diye biri açmış. Zamanın Kralı mı? İşte bu olabilir! Abi, çekimser. Kardeşini kırmak istemiyor ama göndermek de istemiyor. Göndermesi için her şeyi yapardım. Beraber gidelim, diyor. Peşlerine takılamam. Kargayı yolluyorum.

Bir süre sonra Schwarz geri geldi. Bana rehberlik etti. Önce caddeyi yarıladık. Sonra bir sokaktan sola döndük. Yokuştan aşağı dümdüz indik. Önüme merdivenler çıktı. Merdivenlerin yanında da ufak bir mescit. Zamanımda hiçbir tapınak kalmadığı için dikkatimi çekmiştir her zaman böyle yerler. “Dönüşte muhakkak uğra.” notumu aldım ve merdivenler aşağı indim. Sağa dön. Biraz ilerle. Tost yiyen şişko adamın önünde oturduğu dükkân.

Hava nihayet karardı. Zamanın Kralı ne zaman gelir acaba?

Artık girip sormam lazım. Kimse de yok.

İlkel cihazların doldurulduğu bir dükkân daha. İçeri girip Zaman Kralını soruyorum. Benim, diyor pis pis sırıtıp. Gözlerine bakıyorum. Sırıtışı sanki havaya karışıyor. Sen kime baktın birader, diyor ciddileşerek. Zaman Kralı’na, diyorum. Kaç dakikalık açayım, oyun mu, internet mi? diyor. Zaman kapısı istiyorum. Sinirleniyor.

Yakasına yapışıyorum. Bağırarak, ağlayarak. Zaman yolcusuyum ben, diyorum. Sıkıştım burada!

Araya karga giriyor. Saldırıyor. Kargaya ne oluyor?

Dükkâna bir sürü adam girdi. Sopalar. Bıçaklar. Zincir mi o? Zincir.

Sonra başka birileri geldi. Beni çekti kurtardı. Sürekli zaman yolcusuyum diye bağırıyordum. Meczuptur, yeter, dediler.

Beni hastaneye götürmek istediler ama gidemem. Kaçtım hemen. Bana deli diyorlar ya da meczup. Yazık, zaman yolcusu sanıyor kendini. Çok film izlemiş, ha ha ha! Kargayla konuşuyor manyak!

12 Kasım 1999. İlk kurtuluş denemem ve başarısızlığım. O günden beri bir zaman kapısı arıyorum. Tarlabaşı’na yerleştim.

Karga

Gak!

Çok Okunanlar