Bizimle İletişime Geçin

Edebiyat

Bit Pazarında Bir Afyon Tiryakisi

Ziyaret ettiğim o güzel yerlerin zihnimde ve yüreğimdeki sıcaklığıyla avunuyorum birkaç gündür. Eğri büğrü yollarında yürüyor, terzi amcaya selam veriyor, çocuk sesleriyle dolduruyorum içimi. Meydanda dolanıp kuşlara yem veriyorum, gölgelikte bir çay içip taştan medresenin kapısına bakıyorum. Biliyorum, çok kısa zaman sonra bir fotoğraf karesinden ibaret kalacak gördüklerim. Şehir denilen heyula o hayallere imkân vermemek için bir sel olup önüne katacak hayatı.

EKLENDİ

:

Taşköprü, Hanönü, Ilgaz’ın henüz zamane istilasına uğramamış dehlizlerinde, küçük ve sevimli dükkânların mütevazı tezgâhlarını süsleyen plastik ayakkabıları, at koşum takımları, gaz lambaları, kazma, kürek, keser ve eski zamanlarda kaldığını sandığımız alet edevatı görünce çocuksu bir sevinç doldu içime. Hayır, nostaljik malzeme niyetiyle sergilenmiyorlardı gördüklerim, sahiydi. Yerini yurdunu koruyan birer yorgun nefer gibiydiler. Babadan, dededen devreden dükkânların raflarını dolduruyorlardı.

Say ki tanıdık bir yüze rastladım gurbet elde, yitiğimi buldum. Köyüm oldu orası, mahallem, arkadaşlarım, akrabalarım çıkıp geldiler, ısındım, kendimle buluştum.

Kastamonu, Çankırı ve Sinop’un kadim semtlerinde, dar, taşlı sokaklarında o daracık dükkânlarında terzilik, kalaycılık, tamir, zücaciye işleri yapan, baharat satıcıları, gözleme açan kadınlar ve etraflarını çevreleyen ahşap ve taş yapıların içindeki esnafa biraz daha sokulup sormak istedim:

“Siz daha buralarda mısınız?”

Ama sormadım.

“Resminizi çekebilir miyim?” demekle yetindim,

“Olur” dediler.

İşlerini aksatmayacağımı bilsem bakır kaplarına, duvarlarına, kumaşlarına, makaslarına dokunup oraya sinen havayı solumak isterdim. Belki o mütevazı sokaklarda yankılanan çocuk seslerini, maişet endişesiyle yüzleri kederli babaları, evladının yolunu gözleyen anneleri duyar, görürdüm. Vızır vızır geçen arabalardan, korna seslerinden, tepeleme insan kalabalığından olmadı bu. Sanki bir başka sefere onları yerlerinde göremeyecekmişim gibi bir korku duydum içimde. Ya da gördüğüm gerçek değildi, iyisi mi büyüsü bozulmasın diye bu mesafeyi muhafaza etmekti. Şehrin bir başka yüzüne, sel gibi akan tarafına yönelince beni de önüne katıp götürdü.

Uzun uzun seyrettiğim camekânlarda, “Gaz yağı bulunur.” yazısı, inci boncuklar vardı. O esnada oğlum piyasaya yeni çıkan bilgisayarın özelliklerini sayıyordu heyecanla. Onunla ilgilenmediğimi fark edince,

“Baba beni dinlemiyorsun, ne var bunlarda!” diye üsteledi.

Tebessüm ederek,

“Ben varım, benden parçalar bunlar, hikâyemi dokuyan şeyler…” dedim.

“Şükür ki yetiştim bunlara, her birisi ile bir hatıram var. O güzelim günler ne de çabuk geçtiler de şimdi bitpazarlarında bir afyon tiryakisi gibi izlerini sürüyorum.” diye hayıflandım.

[ngg src=”galleries” ids=”2″ display=”basic_imagebrowser” display_view=”default”]Şehirlerin ilk yerleşim yerlerinde birer inci gibi kondurulmuş mahalle mescitleri, sıcak bir dost edasıyla kucaklayan taştan avlularında güzel yüzlü insanlar, şadırvandan akan su, insanı şu yalan dünyanın telaşesinden koparıp alıyor ya ne desen değer.

Antep’e göç ettiğimiz 1976 senesinin sonunda gecekondu evlerimizin yan yana sıralandığı sokağımızı hatırladım. Arsa parasını denkleştirenin şehre büyük hayallerle akın ettiği o yıllarda her yer toz toprak içindeydi, kışın çamur bir başka çileydi. Bütün bir zorluğuna rağmen o çamurda çiçek biter, tavuk, kedi, köpek dolanır, gül ile bülbül söyleşirdi. Sonra asfaltladılar. Yeşille, börtü böcekle irtibat koptu. Evimizin avlusundaki gür dut ağacı, rahmetli babamın merdivenlere koyduğu yağ tenekelerindeki reyhanlar, güller de babam rahmetli olduktan sonra sahipsiz kalıp soldular.

Sonra moda denen o şey daha sık ziyaret eder oldu yaşam alanlarımızı. Kiler niyetine kullanılan sandıklar, minderler, yastıklar, sobalar birer birer boşa düştüler.

Kapı önüne konan şeylerin uzuvlarımız kadar değerli olduklarını, onlarla örülü bir hayatın bir yaşam tarzı olduğunu, bize bir bakış kazandırdığını, itikadımıza yaslandıklarını fark ettiğimizde artık çok geçti. Yaşama, ölüme, rızka, insana ve eşyaya bakış da bu yeni ve köksüz dekorla bir başka hâl almıştı, çarpılmıştı desek daha doğru olur sanırım.

Ziyaret ettiğim o güzel yerlerin zihnimde ve yüreğimdeki sıcaklığıyla avunuyorum birkaç gündür. Eğri büğrü yollarında yürüyor, terzi amcaya selam veriyor, çocuk sesleriyle dolduruyorum içimi. Meydanda dolanıp kuşlara yem veriyorum, gölgelikte bir çay içip taştan medresenin kapısına bakıyorum. Biliyorum, çok kısa zaman sonra bir fotoğraf karesinden ibaret kalacak gördüklerim. Şehir denilen heyula o hayallere imkân vermemek için bir sel olup önüne katacak hayatı.

Mahalle mescidinin serin avlusunda bastonlarına tutunarak ihtiyatlı adımlarla secde yerine yönelen ihtiyarların solgun yüzlerinde yeniden dirileceğimiz vakte kadar bir o yana bir bu yana sürüklenip duracağız.

Çok Okunanlar

Pin It on Pinterest