Çok beklenmişti.
Henüz yokluğunda, varlığının hayali bile mutlu etmeye yetmişti.
Doğumu anne-babası tarafından büyük sevinçle karşılandı, kutlamalar yapıldı, müjdeli haber dostlarla paylaşıldı. İsmi doğmadan önce belirlenmişti; Şemseddin. Dedesinin adıydı. Anne-baba sonradan bu ismin “dinin güneşi” anlamına geldiğini öğrendiklerinde ayrıca mutlu olmuşlardı. Dinî ve millî değerlerle yaşamak onlar için önemliydi ve gerekliydi.
Her çocuğun doğumu anne babasını heyecanlandırır,sevindirirdi. Ancak bir çocuğa sahip olmak birçok anne-baba gibi kolay olmamıştı onlar için. Göz aydınlıklarına ulaşabilmeleri bir takım tıbbi müdahalelerle mümkün olmuştu. Bu nedenle özlemlerinin sona ermesiyle mutlulukları da katlanmıştı. Şemseddin artık ailenin merkezindeydi, her şey onun mutluluğu içindi. Ne istediğini anlayabilmek için gözünün içine bakıyorlardı evin prensinin. Ve mutlaka isteğini yerine getiriyorlardı.
Bir dediği iki edilmeyen Şemseddin bir yaşını tamamlamadansihirli ekranla tanıştı. Annesi ve babası bu yaşlarda içeriği ne olursa olsun ekrana bakmasının doğru olmadığını çeşitli kaynaklardan, uzmanlardan öğrenmişlerdi. Ama bilgileri değil duyguları ağır bastı. Bir tek çocuklarından esirgeyecek değillerdi ellerinde olanı. Doğru olan kadar çocuğun mutluluğu da öneliydi onlar için. Nihayet kendileri böyle imkânlara sahip olamamışlardı, çocukları bari bunlardan mahrum kalmasındı.
Şemseddin’in keyfine diyecek yoktu. Ne isterse bütün zorluklara göğüs gerilerek mümkün olan en kısa sürede alınırdı. Hatta biraz abartmışlardı. Biriken oyuncaklarla neredeyse küçük bir oyuncakçı dükkânı açılabilirdi. Bazı zorluklara rağmen evde herkesin keyfi yerindeydi. Okula başlamıştı bile. Anaokulundan tamamlanmak üzere gönderilen etkinlikler genellikle babası tarafından büyük bir keyifle yapılıyordu. Annesi saçını süpürge etmeye, babası ek iş yapmaya bile razıydı onun konforu için. İki yıllık anaokulu serüveni Şemseddin adına keyifle tamamlanmıştı.
Aile büyükleri de çok seviyordu Şemseddin’i… Torundu, sevilmez miydi? Ancak tecrübeleri; torunlarının her isteğinin koşulsuz yerine getirilmesi ve yaşına uygun sorumluluklar verilmemesi konusunda biraz dikkatli olunması gerektiğini gösteriyordu. Çocukların isteklerinden çok ihtiyaçlarına odaklanmalıydı anne-baba. Bu düşüncelerini anne-babayla paylaştılar. Ancak onlar biricik çocuklarına kıyamıyorlardı. Çocuk yokluk içinde olmamalıydı, sorumluluk altında ezilmemeliydi.
Ve Şemseddin ilkokula başladı. Öğretmen zaman zaman ödev veriyordu. Ama bunlar Şemseddin’i ilgilendirmiyordu. Her şeyi annesi- babası yaptığına göre ödevlerini de onlar yapabilirdi. Bazen ders çalışmayı denese de sıkıcı geliyordu ona. Çabucak vazgeçiyordu.
Bir süre iş böyle idare edildi. Ancak anne-babası her şeyin yolunda gittiği konusunda şüphelenmeye başladı. Öğretmeninin, görüşmelerde satır aralarında Şemseddin’le ilgili sorumluluk, derse odaklama ve kurallara uyumkonusunda söyledikleri özellikle geliştirilmesi gereken alanlara işaret ediyordu.
Ama Şemseddin daha çocuktu, değişecekti, kendisini geliştirecekti. Ayrıca dijital ekranlarda oyun oynarken dikkatliydi, başarılıydı ve bıkıp vazgeçmiyordu. Anne-baba, bazı bilim insanlarının çocukluklarında okul başarılarının düşük olduğuna dair hikâyeler de duyuyorlardı. Belki Biricik oğulları da böyleydi.
Yıllar böyle geçiyordu. Anne baba da bazı şeylerin yolunda gitmediğinin iyiden iyiye farkındaydı. Öğretmen doğru tespit etmişti: Biricik çocukları doğrudan kendisiyle ilgili sorumlulukları bile üstlenmiyor ve kuralları yok saymayı özellikle tercih ediyordu. İlkokul bitmişti. Ama okula anne-baba mı gitmişti, Şemseddin mi belli değildi. Şemseddin’in sorumluluklarını üstlenmekle ve çocuklarının eksiklerini dışarıya belli etmeme çabasıyla anne-baba daha fazla yorulmuştu sanki.
Anne–babanın bütün çabasına rağmen artık mızrak çuvala sığmıyordu. Neden böyle yapıyordu ki; yediği önündeydi, yemediği arkasındaydı. Ancak anne baba bu tabirin bırakın insan eğitimi için, hayvanlar için bile geçerliliğini kaybettiğinin farkında değildi.
Daha ortaokula yeni başlamıştı. Hiçbir şey için geç değildi. Özel dersler, kurslar, psikolojik destek, yaşam koçları, gerekirse psikiyatr seanslarıyla sorun çözülebilirdi. Çünkü Şemseddin sadece kendisi değildi. Başarısıyla anne-babanın medarı iftiharı ya da başarısızlığı ile yüzkarası olacaktı. Artık sorumluluk ve kural tanımamazlık sorunu ikinci planda kalmıştı. Karın, çer/çöpün üstünü örttüğü gibi, yakalanabilecek bir akademik başarı da diğer sorunların üstünü kalın bir örtüyle örtecekti. Kar eridiğinde karşılaşacakları manzarayla şimdilik yüzleşmeye cesaretleri yoktu.
İşler bazen düzelir gibi oluyordu, ancak bir türlü istenilen kıvama gelmiyordu. Şemseddin de üzerindeki akademik baskıyı iyiden iyiye hissetmeye başlamıştı. Elinde olsa büyümezdi. Çocukluğu ne güzeldi, kimse ondan bir şey istemiyor; herkes onun dediğini yapıyordu. Adeta “Şimdi banakaybolan yıllarımı verseler” dizeleri duygularına tercüman oluyordu.
Artık büyümüştü Şemseddin. Küçükken yaşadığı güzel günlerden nasıl bu noktaya geldiğini anlayamıyordu. Yakın zamana kadar her istediğinde kullandığı telefonu, tableti ailesi tarafından sorun edilir olmuştu. Bu arada onlar istedikleri kadar kullanabiliyorlardı telefonlarını. Çünkü kimseye hesap vermek zorunda değillerdi. Demek ki böyle de olabiliyordu.
Bu aralar sıklıkla değişen kız arkadaşları da oluyordu. Onlara “Annem telefonumu bana vermiyor” demek tam bir yıkımdı onun için. Delikanlılığı bozardı bu yaklaşımlar.
Bu hayat çekilmez olmaya başlamıştı. Okul, okulda uyulması gereken kurallar, dersler, üstlenmesi gerektiği söylenilen sorumluluklar onun hayat anlayışına uymuyordu. Anne-babasının çok istediği Devlet okulunu; kurslara, özel derslere rağmen kazanamamıştı. O ailesine karşı mahcup; ailesi de konu komşuya karşı rezil olmuştu(!)
Adrese dayalı sisteme göre bir ortaöğretim kurumuna yerleştirildi. Bu okulu aslında hiç kimse seçmemişti; dolayısıyla da istenmiyordu. Ancak elde olan buydu ve yeni bir başlangıç yapma fırsatı olabilirdi. Anne- babası endişeli, heyecanlı; Şemseddin isteksiz… Karışık duygular arasında okul başlamıştı.
Bir iki hafta geçtikten sonra kendisi gibi okuldan pek de hoşlanmayan arkadaşlarıyla tanışması zor olmadı. Okulun sağlayacağı gelecekle ilgilenmiyordu. Dolayısıyla okulu devre dışı bırakacak planları hazırdı. Sonra anne-babası her şeylerini ona feda etmişlerdi, geçim derdi olamazdı. Kıyafetin en fiyakalısını, telefonun en pahalısını alıyorlardı hala. Onların bazı kısıtlamalarını yok saymanın bir yolunu da bulmuştu. Adeta pahalı ürünlerin ve popüler markaların yürüyen reklam panosuydu. Yeni çevresinde dış görünüş oldukça önemliydi.
Ona göre okul sıkıcıydı, gönüllü mahkûmiyetti, gereksizdi.Kendi kafasına göre bir hayat yaşamak varken, başkalarının dediğini yapmanın ve bir sürü sorumlulukla hayatını karartmanın bir anlamı yoktu. Okula hiç devam etmeyen ya da okula ara sıra giden akranları dışarda istedikleri gibi yatıp kalkarak; okulun ve toplumun koyduğu kurallardan bağımsız, ders, ödev, sınav kaygısı taşımadan hayatlarına devamedebiliyorlardı. Onlar hayatın tadını çıkarıyorlardı. Kendisi de “Z” kuşağının önemli temsilcilerindendi ve dönem kimsenin dediğine tabi olmadan özgürce yaşama dönemiydi.
Şemseddin de katıldı hayatın tadını çıkaran(!) arkadaşlarına. Ama onun işi o kadar kolay değildi. Babanın durumu fark etmesi ve öfkelenmesi uzun sürmedi. Ciddi bir ekonomik bedel ödeyerek ve oğlu için her türlü eğitim – öğretim başarısı sözü vererek bir özel okula yazdırmıştı bile Şemseddin’i. Babanın da eğitim ve öğretim konusunda ümidi oldukça azalmıştı. Ancak yapabileceği son hamleyi de yapmak zorundaydı. Annenin ümitsizliği ve çaresizliğini ifade etmek mümkün değildi.
Aslında bu yeni bir başlangıç şansıydı. Ama hiç hoşuna gitmedi Şemseddin’in. Bir tarafta kendisinden beklentiler; bir tarafta kendisi için yapılan büyük maddi ve manevi fedakârlıklar; diğer yanda da neredeyse bağımlılık haline gelmiş internet kullanımı ve sigara alışkanlığı. Ve tam bunların ortasında okuldan hiç hoşlanmayan Şemseddin duruyordu.
Olmadı, olamadı. Bu sefer de Şemseddin her şeye rağmen okulu bıraktı, hayatı kendisi gibi yaşayan arkadaşlarıyla takılmaya devam etti. Şemseddin artık annesinin uyarılarını da dikkate almıyor; bazen, oğlunun yüzüne bakmaya kıyamayan annesine karşı kırıcı olabiliyordu.
Diğer yandan, oğulları için ellerinden gelen her şeyi yapan anne ve babası işin içinden bir türlü çıkamıyordu. Biricik çocukları ellerinden kayıp gidiyordu. Geldikleri süreçle ilgili bazen birbirlerini suçluyorlar, bazen de nerelerde hata yaptıklarını değerlendirerek hayıflanıyorlardı. Hep okuyup en iyi okulları kazansın istiyorlardı. Bütün yatırımı buna göre yapmışlardı. Ama olmadı, okumadı. Daha da kötüsü iyi insandan yana hiçbir değere de sahip değildi. İyi insan olarak yetiştirebilselerdi yetecekti aslında…
Bu arada Şemseddin’in bazı akranları ve eski arkadaşları ona göre sıkıcı olan ve çekilmez görünen okulu bitirip bir üst öğrenimim sınavına girdiler. Kendisi sınava girme hakkına bile sahip olamamıştı. Ancak her şeyin bir yolunun olduğuna inanıyordu. Kendisi için her şeyi bir şekilde halleden anne-babası belki buna da bir çözüm bulabilirdi. Çünkü birçok insan böyle durumlarda uzun hazırlıklara ve emeklere gerek kalmadan bir yol buluyordu. Olmalıydı bir yolu. Böylece her gün evde zayi ettiği maddi-manevi emekler nedeniyle laf işitmekten kurtulurdu.
Olmadı, olamadı. Bazı fırsatları kaçırmış olabileceğini düşündü. “Yanlış mı yaptım acaba” demekten kendini alamadı. Bir taraftan da egosu kulağına “Boş ver bir sınava girmek için bu kadar zahmete değmez, özgürce yaşamaya devam et” diyordu. O da kendisine anlık mutluluktan, hazdan ve keyiften başka bir şey vadetmeyen egosunun sözünü dinlemeye devam etti.
Ve nihayet akranlarının bir kısmı üniversiteden mezun oldular. Aralarında kendisi kadar ailesinden maddi ve manevi destek göremeyen arkadaşları çoğunluktaydı. Uğruna okulu bile terk ettiği en yakın dostu ve sırdaşı olan ‘sosyal medya’daakranlarının mezuniyet davetiyelerini, diploma töreni paylaşımlarını görmeye başladı. Temel eğitimi beraber bitirdiği, sosyal medyadan arkadaşlığı devam eden, ancak hayat anlayışları itibariyle yolları ayrılanlar mı doğru yapmışlardı? Bu konu kafasını karıştırıyordu. Bir süre sonra da, atanma, göreve başlama, ilk maaş gibi haberler gözüne sokulur gibi paylaşılıyordu en yakın sırdaşı sosyal medyada.
O hâlâ kavga dövüş hiçbir vasfı olmadan anne -babasından harçlık alıyor, her defasında da kendisine başarılı komşu çocukları örnek gösteriliyordu. Hatta bir defasında annesi ağlayarak “hakkımı helâl etmeyeceğim” diye haykırmıştı yüzüne. Babası da neredeyse hiç muhatap almıyor, yok sayıyordu Şemseddin’i
Ara sıra da olsa alkol ve uyuşturucu da hayatına girmişti. Çevresi kendisi gibi düşünen ve yaşayan sorumsuz kişilerden oluşuyordu nihayet. Olacağı buydu, körle yatan şaşı kalkmıştı. Artık kafasına “dank” etmişti, yanlış yapmıştı. Gözünü kapatarak dünyayı sadece kendisine karanlık etmişti.Keyfini bozmaz ve bazı zahmetlere katlanmazsa daha iyi bir hayata ulaşmasının mümkün olamayacağını anladı. Başaranlar çalışanlar arasından çıkıyordu.
“Bir deneyeyim” dedi. Açık öğretimden devam edip ortaöğretim diploması almak istiyordu. Nitekim az da olsa bunu başaranlar vardı. Ancak sürekli tekrarlayarak bağımlısı haline geldiği alışkanlıklarını terk edemedi. Ağaç büyümüş hatta kısmen kurumuştu. Eğilemiyordu artık. Okula devam ederek, kurallara uyarak, sorumluluklarını yerine getirerek elde edebileceği kaliteli, konforlu ve prestijli hayat çok uzaklardaydı. Bu durum onu toplumun değerlerinden daha da uzaklaştırdı. Hırçın geçimsiz biri oldu. Hayatının bir bölümünde çalışmamanın, sorumluluklarını üstlenmemenin bedelini; bütün hayatı boyunca istenmeyen adam olarak pişmanlıkla ödeyecekti.
Menfaate bağlı arkadaşlıkları da bitmişti. Yedikleri içtikleri ayrı gitmeyen arkadaşları da bir bir terk etmişlerdi. Hatta ‘bizden bir şey ister’ endişesiyle sosyal medyada bile engellemişlerdi onu. Her isteğinde başkasına muhtaç olan ve elde etmek için bedeller ödeyen kişiliksiz ve onursuz birisi oluvermişti. Böyle yaşıyordu, “yaşamak” denirse buna.
Çocukluğunda iyi bir akademik eğitime odaklanarak maddi manevi büyük bedeller ödeyen anne-baba artık Şemseddin ile birlikte yaşamak zorunda olmanın getirdiği maddi ve manevi bedeli ağır bir şekilde ödüyordu. “Çocuğumuzun geleceği” diye biriktirdikleri menkul, gayrimenkul tasarruflarının; doğruyu, iyiyi, helâli öğretemedikleri, öğretmeyi ihmal ettikleri çocuklarının elinde bir gecelik kumar hevesine, bir aylık eğlence arzusuna kurban gitmesinden korkuyorlardı artık.
Bütün bunlara rağmen anne- babası taşımaya, omuzlamaya devem ediyorlardı Şemseddin’i. Herkes terk etse de, yetiştirirken yanlışlar yapsalar da onların çocuğuydu;bunu yaşamak, bununla yaşamak gerekiyordu zor da olsa.
Anlamışlardı, ama ne fayda! İş işten çoktan geçmişti. Çocuklar anne-babaların hayal ettiği, istediği gibi değil, yetiştirdiği gibi olurmuş…
Bu, doğru öncelikler göz ardı edilerek hayallerle ve ihmallerle hayatları heba edilen, muhteşem potansiyele sahip binlerce Şemseddin’in ve hayallerini sadece çocuklarının akademik başarısına bağlamış, “iyi insan” yetiştirmeyi ihmal etmiş anne-babaların hikâyesidir.
