Bizimle İletişime Geçin

Genel

Bosna’nın Soyadı Aliya

EKLENDİ

:

Bosna nehrinin kenarından kıvrıla kıvrıla Saray Bosna’ya yaklaşıyoruz. Bosna nehrinin çağıltısını duymamak imkânsız. Beş kişiyiz araçta. Üç ülke geçtik. On üç saatlik yolculuğun son düzlüğündeyiz. Bosna Hersek sınırından girdiğimizden bu yana daha rahatız. Karanlık bastırmış olsa da artık kendi topraklarımızda sayılırız.

Sınırlar; başlı başına bir gerginliği ifade eder. Hele de bekleyiş artarsa. Yolculuklar insan için hayata kısa aralar vermesi bakımından büyük imkân aslında. Her şey dakika dakika arkada kalıyor. Seni neyin beklediğini bilmediğin bir muammaya doğru hareket etmek, biraz ürkütücü de olsa o bilinmezlik, insanı aktığı hayat nehrinin yatağından kısa bir anlığına çekip çıkartıyor. Seyahatin sıhhate uzanan ucu burada, bu değişiklikte sanırım.

Saraybosna’ya bir önceki gelişimizde Aliya İzzetbegoviç’le için söyleşi ayarlamıştık. Hâliyle heyecanlıydık. Görüşmemize saatler kala sağlık durumu nedeniyle görüşme iptal edilmişti.  Üzülmüştük. Üzüntümüz söyleşi fırsatını kaçırdığımızdan değil, söyleşi vesilesiyle Aliya’yla muhabbeti kaçırdığımızdandı. Şimdi onun için son görevimizi yerine getirmek üzere yollardayız. Saraybosna’ya yarım saatlik bir yolumuz kaldı. Halkın ona hafif bir kırgınlığı vardı. Savaşın sonlarına doğru Boşnaklar üstünlüğü ele geçirdiğinde ilerlemeye devam ederken onun Dayton Anlaşmasını imzalamasına çok bozulanlar olmuş.

Bir vakıanın farklı görünme biçimleri oluyor. İşin aslını Aliya’nın yakın arkadaşlarından birinden dinlemiştim. Böyle bir kırgınlığı bildiğini ama işin iç yüzünün farklı olduğunu söylemişti. Aliya İzzetbegoviç’e nereye kadar ilerlerseniz ilerleyin anlaşmada Boşnaklara çizilen sınırların belli olduğunu söylemişler. Aliya İzzetbegoviç yeni bir devlet kurabilmesinin yolunu sezdiğinden anlaşmayı tercih etmiş ve Boşnakların kendi adlarıyla ilk kez bir devleti olmuştu. Halkına bunu anlatamamış olmalı ki uzun yıllar bu kırgınlık sürmüş.

Saraybosna’ya yaklaştığımızda herkes uyanmış, heyecanla etrafı gözlüyordu. Altımızdaki yol, bir köprünün üzerinden genişçe kıvrılarak şehre uzanırken içimize çok eski bir dostu görmenin verdiği huzur yayılıyordu. Şehir inanılmaz sessizdi. Gecenin sessizliğinden daha ötede bir sessizliğin içine girmiştik. Işıklı, ıslak ve geniş yol şehrin merkezine doğru bizi götürürken harabe olmuş yüksek binalar iki yanımızda hayalet gibi yükseliyordu. Billboardlarda gülümseyen Aliya’yla karşılaştığımızda zihnimiz şehre neden geldiğimize dair gerekçeye odaklanıyordu. Aliya İzzetbegoviç emaneti teslim etmişti. Artık o rabbiyle baş başaydı.  “Hayatın anlamını kaybetmişsem ölmeliyim.” diyordu Özgürlüğe Kaçışımda.

Daha önce de kaldığımız tekkeyi bulmamız zor olmadı. O saate kadar bizi uyanık bekleyen Ayet Ağabeyin sıcacık karşılaması, muhabbeti ve içtiğimiz çaylar yorgunluğumuzu almıştı. Türkçeyi iyi konuşan Ayet Ağabeyle uzun uzun sohbet ettik. Bizimle konuşmaya hazırlanmış gibi konuları ardı ardına sıralıyordu. Aliya’nın vefatına bizden daha çok üzüldüğünü tahmin ediyorduk ama çok sakin karşılamış olmalı ki “O, kavuşmak istediğine kavuştu.” dedi. “Yağmura baksanıza uzun zamandır tek damla bırakmıyordu. Şimdi dinmiyor.” Protokolden uzak bir konuşması vardı. Özellikle Aliya’nın zamanı gelince cumhurbaşkanlığını bırakabilmesini çok değerli bulduğunu söylüyordu. Aramızdaki bağın koptuğunu ve yeniden inşa edilmesi gerektiğinin üzerinde itinayla duruyordu. Aliya’nın bu bağın düğümlerinden biri olduğunu ve O’nun en önemli mirasının bu olduğunu söylüyordu. Çok sakin ve vakur bir tavrı vardı. Penceresinden dışarı bakıp yağmurun sessizce salınarak yağmasına şaşırmadan, olması gerektiği gibi, diye mırıldanıyordu. Yaşanması gerektiği bir gündeyiz. Gökler de elbette ağlayacaktı ya… Ne sanıyordunuz? Bir sırrı ifşa etmiş gibi konuştuğu için pişmanlığı yüzüne yayılmıştı. O da bir faniydi. Hataları da oldu.

Yorgunluktan sızmak üzereydik. Sohbete sabah devam etmek üzere yatacağımız yerleri gösterdi. Bir arkadaşımla birlikte daha önceki gelişimizde de Saraybosna otobüs terminalinde otobüsten indiğimizde Ayet Ağabey, arabasına yaslanmış bizi bekliyordu. Sanki daha önce defalarca görüşmüşüz gibi tereddüt etmeden, gülümseyerek “Hoş geldiniz!” dedikten sonra “Geciktiniz!” diye eklemişti. Daha sonra bizi alıp bir hafta kalacağımız bu tekkeye getirmişti. Tekkedeki iyi Türkçe konuşan bir genç arkadaşımız, bir hafta yanımızdan ayrılmamış ve Saraybosna’yı sokak sokak anlatmıştı bize. Evlerine misafirliğe gittiğimizde, Hırvat komşularının hiç beklemedikleri bir anda kendilerine saldırdığını da anlatmıştı. Yaralıydı şehir o zamanlar. Duvarlar kurşun izleriyle doluydu. Oslobođenje gazetesi hâlâ harabe hâldeydi.

Sabah Başçarşı’da kahvaltı etmek üzere tekkeden ayrıldık. Tekke, Vijecnica Kütüphanesi’ne çok yakındı. Başçarşı’ya giderken kütüphanenin önünde durduk. Önündeki billboardlarda Aliya’nın derin derin bakan bir fotoğrafı vardı. Kütüphane, 25 Ağustos 1992’de savaşın devam ettiği günlerde Saraybosna’yı kuşatan Sırp askerlerinin topçu ateşi sonucu çıkan yangında büyük tahribata uğramıştı. Kuşatma sırasında üç gün boyunca devam eden yangında, 155 bin el yazmasının yanı sıra ülkenin ulusal arşivlerinin de bulunduğu yaklaşık iki milyon eser yanmıştı. Genç Müslümanlar teşkilatından biri, yangının sürdüğü günlerde arkadaşlarının yanmayı göze alarak kütüphaneden bazı eserleri kurtardığını yaşlı gözlerle anlatmıştı. Anlatmaya devam ederken kurtaramadıkları kitaplar aklına geliyor, boğazı düğümleniyordu.

Savaştan bir yıl sonra 1996’da restorasyonuna başlanan kütüphanenin on sekiz yıl sürecek restorasyonu o günlerde hâlâ devam ediyordu. Daha sonraki seferlerde birkaç kez kütüphanenin içine girme fırsatımız olmuştu. Kulağınızı biraz uzattığınızda yanan kitapların çığlıklarını duymak mümkündü. Kütüphanenin yanındaki kaldırımdan yürürken hepimizin zihni evlerimizdeki televizyonlardan yüz binlerce kitabın yanışını buruklukla izlediğimiz o günlere gitmişti. Hiçbir şehir kütüphanesi bu kadar burkamaz insanı. Başçarşı’ya yürürken billboardlardaki yarı çıplak kadınların mahrem yerlerinin üzerine beyaz kâğıt parçaları yapıştırılarak örtüldüğünü görüyorduk. Vitrinlerde Aliya’nın tebessüm eden fotoğrafları vardı. Başçarşı’da börekçide böreklerimizi yiyip bir kahveye geçiyoruz. Çayımızı demlikle alıyoruz ve Türkçe ilahiler eşliğinde içiyoruz. Yan masamızda oturan ve sonradan imam olduklarını anladığımız orta yaşlardaki birkaç kişiyle bildikleri Türkçe kelimelerin müsaade ettiği yere kadar sohbet ediyoruz. İmam olduklarını da özel muhafazalarında sakladıkları sarıkları çıkardıklarında anlıyoruz.

Kahvede otururken Türkiye’den gelen arkadaşlardan birinin elinde Aliya’nın Türkçeye yeni çevrilmiş Tarihe Tanıklığım kitabı vardı. Bir göz atmak için istediğimde bana uzattı. Bende kalabileceğini söyleyerek geri almadı. Asla hayır diyebileceğim bir hediye değildi. Kitap, İspanyol şair Juan Goytisolo’nun şu sözüyle başlıyordu: “Bosna trajedisi insanın yapabilecekleri hakkında en iyiyi ve en kötüyü gösteren eşsiz bir bilgi kaynağıdır.” Karıştırırken birkaç yerin altını daha çizmeye başlamıştım bile: “Çocukluğum şimdi çok uzak görünüyor, tıpkı açık bir günde dağlara bakıyormuşum gibi detaylarını değil ama ana hatlarını mükemmel bir şekilde görebiliyorum.”

Kahveden çıkıp Başçarşı’nın taş döşeli dar sokaklarında yürüdük. Şehir tüm renkleriyle burada sanki. Gazi Hüsrev Bey Camii’nin avlusuna giriyoruz. Başçarşı’nın dar sokaklarına inat alabildiğine ferah bir avlu. Ahşap şadırvandan her zamanki gibi su şırıltısı duyuluyor. Tam burada “Bu sudan bir kez içen muhakkak tekrar içmek için Saraybosna’ya gelir.” tavsiyesini hatırlatıyor arkadaşlardan biri.  Avlu duvarının dış kısmının köşesindeki çeşmeden Saraybosna’yı ziyaret edenler arasında yaygın olan bu tavsiyeyi yerine getirmek üzere suyumuzu içtik. Yürümeye devam ettik. Bosna nehrinin kenarındaki Padişah Camii’nin şerefesinde tevhit bayrağı salınıyor. Yağmur, hızını arttırıyordu. Kütüphanenin karşısındaki yokuşu taşlara çarpa çarpa akan yağmur sularına dikkat ederek çıktık.  Çıktığımız yer bir şehitlikti. Tüm Saraybosna’nın ayakların altında uzandığı bir şehitlik… Mezar taşları puslu havanın içinde ışık saçar gibi ve hatta rüya gibi duruyordu. Şehre hâkim tepelerden biriydi burası. Kovaçi Mezarlığının tam karşısı… Saraybosna’nın etrafını saran bu tepelerde hâlen “sniper”ların sesleri saklıydı. Şehirdeki binaların üzerinde gördüğünüz izler, uzak tepelerden yağan mermilerin izleriydi. Şehri gezerken mermi izlerinin pencerelere doğru yoğunlaştığı görülüyordu. Şimdilerde o izlerin arasından inatla gülücükler saçan çocuklar sarkıyor.

Yağmuru tenlerimizde hissedinceye dek ıslanmış bir vaziyette tekrar şehre döndük. Cenaze namazı saati yaklaşırken biraz dinlenmek, kurumak ve çay içmek için bir başka kahvehaneye girdik. Televizyonda Aliya’nın naaşı ve dünyanın birçok yerinden gelip Saraybosna’nın geniş meydanlarına doğru akan muazzam kalabalığın görüntüleri canlı yayınlanıyordu. Meydana ulaşabilmek için acele etmemiz gerekiyordu. Tito Caddesinden meydana doğru hızlanarak yürümeye başladık. Şemsiyeleri altında sırılsıklam olan on binlerce insan sokak aralarından, caddelerden Bosna-Hersek Devlet Parlamentosu binasının önündeki meydana akıyordu. Gittikçe yoğunlaşan kalabalığın içinde, istediğimiz yere ulaşmamız nerdeyse imkânsız gibiydi. Akıntı nereye götürüyorsa oraya gidecektik. Arkadaşlarla istemeden de olsa ayrıldık. Meydan, mahşerî bir kalabalıkla dolup taşmıştı ama herkes birbirini incitmemeye özen gösteriyordu. Hoparlörlerden anlamadığım fakat anlamını tahmin edebildiğim konuşmalar yapılıyordu.

Aliya’nın gerçek dostu olan bir grup, sarıkları ve cübbeleriyle ihtişamlı bir şekilde tepeden aşağıya indiler. Kalabalığın arasından açılan yoldan ilerleyerek tekbirler eşliğinde ön saflara doğru ilerlediler. Yağmurun altında hiçbir aksaklık yaşanmadan ahenk içinde salınan bir seremoniyi sessizce, gönlümüz rahatlayarak izliyorduk ve ıslanıyorduk. Yağmur suları paçalarımızdan dökülüyordu. Rahmet, yağmurla bir kez daha tecelli ediyordu.

Meydanı gören inşaatın dış cephesindeki iskelede kat kat safa duranlar da hazırdı. Şemsiyelerin bir kısmı kapandı. Er kişi niyetine tekbirler getirildi, namaza duruldu. Yüzbinlerce insanın arasından sadece yağmurun sesi duyuluyordu şehirde. İmamın tekbirlerinden sonra sağa sola selam verildi. Eller Aliya için duaya kalktı. Herkesin gönlünden onun görevini fazlasıyla yerine getirdiği geçiyordu. Herkes en içten âminlerle duaya katılıyordu çünkü. İmam Aliya için Boşnakça helallik diledi. Türkçe olarak da “halal olsun” diye ekledi. Aliya’nın naaşı tekbirler eşliğinde, askerlerinin ve halkının arasında mezarlığa doğru yola çıkarıldı. O, çok sevdiği Saraybosna’nın içinden son kez geçiyordu. Küçük bir bandonun cılız sesi tekbirlerle ilerleyen kalabalığın arasında duyulmuyordu.

Şehrin her tarafından tekbir sesleri yükseliyordu. Bir Müslüman gibi defnedilmek istemişti Aliya. Bunu her fırsatta dile getirmişti. Umduğundan daha fazlasıyla tekbirler, hayır dualarla ve sevgiyle uğurlanıyordu. Aliya’nın defnedileceği şehitliğe ulaşan yokuşu çıktık. Yokuştaki kalabalık neredeyse birbirini taşıyordu. Mezarlığın dışında, kazılmış alanı görebileceğimiz bir yamaca konuşlanmıştık. Devlet erkânı ve korumalar tepeden tırnağa ıslanmış, herkes sessizce ritüele uyuyordu. Kovaçi Şehitliği iki tepenin omuz omuza verdiği bir yerin hemen altındaydı. Aliya tam burada, Bosna şehitleriyle yan yana yatmayı vasiyet etmişti.  Tam istediği gibi defnediliyordu. Mezarlığa, yakın akrabaları ve dostları alınmıştı. Hemen arkalarında bir manga asker duruyordu.  Tepeden aşağıya yüzlerce şemsiyenin ağır ağır aktığını görüyorduk. Cenazenin önünden gelen asıl kalabalıksa mezarlığın alt kısmından sonu gelmez bir şekilde çıkıyordu. Bir süre sonra herkesin olup biteni rahatlıkla görebilmesi için şemsiyeler kapandı.

Uzunca bir bekleyişin ardından Aliya’nın Bosna bayrağına sarılı tabutu göründü. Tekbirler bir tepeden diğerine vura vura yükseldi. Kesintisiz ve muazzam bir coşkuydu bu. Kovaçi Şehitliğine defnedilirken mezarlığa çıkan tüm sokaklar, dağlar, vadiler insan seliyle çepeçevre kuşatılmıştı. Naaşı toprağa verilirken sessizce getirilen tekbirler ve edilen dualardan başka bir şey duyulmuyordu. Fatih Sultan Mehmet’in mezarından getirilen toprak Aliya’nın mezarına atıldı. Aliya toprağa verilince tekbir sesleri yükseldi. Helallik istendiğinde “Halal olsun, halal olsun, halal olsun!” diyen kalabalığın yükselen sesi dağlarda yankılanmış, şehre bir mühür gibi işlenmişti. Bir manga asker, namlularına kırmızı karanfiller takılı silahlarını göğe kaldırdılar. Yağan yağmura nazire yaparcasına selamlama atışları yapıldı. Bunlara tepeden gelen top sesleri eşlik etti. Tekbirlerle, dualarla her yer şenlik alanına dönüşüverdi. Herkes onun nereye gittiğinden emin gibiydi. Aliya toprağa verilince yağmur biraz yavaşladı.

Saraybosna, hem fiziki hem manevi anlamda rahmet sağanağı altındaydı. Oradaki insanlar ona son görevini yerine getirmenin huzuruyla ölüm duygusuna sarılarak yokuştan dünyaya sessizce iniyorlardı. Gün boyu on binlerce kişinin bu kadar şiddetli yağmur altında topluca ıslandığını, sükûnetle onu uğurladığını görmek büyük bahtiyarlıktı. Çarşıdaki bütün kahveler dolmuştu. Başçarşı; kalabalık olmasına rağmen, o bildiğimiz kent darlığından uzak, bir sükûnet merkezi gibiydi. Çarşıdaki kahveler farklı odalara açılan cenaze evine benziyordu.  Hanlar, bedestenler, tek katlı kâgir dükkânlar, birbirine dayanmış bir görevi ifa ediyor gibi hüzünlü insanların yüreklerine su serpiyordu. Dünyanın birçok ülkesinden gelenler kahvelerde hüznünü dağıtıyor, dostlarıyla hasret gideriyor, kendiliğinden organize edilmiş bu buluşmanın tadını çıkartıyorlardı.

Elbiselerimi kurutmak ve biraz dinlenmek için girdiğim kahvede yorgunluktan uyumak üzereydim. Paçalarımdan yağmur suyu damlıyordu. Çay yerine kahve söyledim. Her fani gibi Aliya İzzetbegoviç de unutulacaktı. Belki bu unutmayı geciktirmek için sırt çantamda yarısına kadar ıslanmış Tarihe Tanıklığım kitabından pasajlar okumaya başlıyorum. Radyoda Dino Merlin’in Aliya İzzetbegoviç için yazdığı “Aliya Sen Olmasaydın!” parçası çalmaya başlıyor. Kahvede sessizlik artıyor:

 

Güneşin doğduğu yere…

Yıldızların parladığı yere…

Bulutsuz gökyüzünün derinliğine…

Günahsız ruhların yuva kurduğu yere…

Gözlerin karanlıktan korktuğu yere…

Yüzümü çeviriyorum.

 

O kadar parlamazdı ışığı,

Benim güzel yurdumun.

Ben ışığı karanlıkta arardım

Sen olmasaydın Aliya…

 

Arkadaşlarla buluştuk. Gazi Hüsrev Bey Camii’nin avlusunda farklı ülkelerden gelen arkadaşlarla koyu bir muhabbete daldık. Asım Abi beyaz haberler veriyordu. Akif Emre tam burada, caminin avlusunda yaşadığı bir anı köşesinde yazacaktı: “O günü hiç unutmayacağım. Caminin avlusunda beklerken savaşın, acıların hüznü hepimizin üstünde ağır bir yük olarak âdeta omuzlarımızı çökertiyordu. Caminin duvarları delik deşik, haziresindeki fesli, sarıklı mezar taşları paramparça olmuştu. Caminin duvarlarını tutan tek payandaydı sanki ayakta kalan sarıklı, fesli taşlar. Birden cami avlusundan içeri girdiğini gördüm. Aydınlık, evet, tek kelimeyle aydınlık bir çehre… Derin bakışları acı ve hüzünle birlikte bilgeliğin ışıltısını yansıtıyordu. O çehreyi o gün orada gördüğümde içimden geçenleri bugünkü gibi hatırlıyorum: Bu adamın çehresinde gölge yok! Evet, Aliya çehresinde gölgesi olmayan bir liderdi.”

 

Cenazeden sonra herkes Aliya’nın gölgesi olmayan kişiliğinden örnekler vererek onu yâd ediyordu. Ayrılma vakti gelenler aramızdan ayrıldı. Camide namazlarımızı kılıp biz de muhabbetten ayrıldık. Gece kaldığımız tekkeye geçtik. Dinlenecek, kurulanacak ve çay içecektik. Tekkede kalabalık bir Boşnak topluluğu vardı. Kiminin eli sakattı, kiminin bacağı kesik. Ama umurlarında değildi.  Mütevazıydılar. Bize ellerinden geldiği kadar misafirperverlik etmeye çalışıyorlardı. Herkes mutlaka birkaç Türkçe kelime biliyordu. Bazılarıysa Türkçeyi güzel konuşuyordu. Türkçe öğrenmenin şart olduğunu söylüyordu biri. Bir diğeri yeni başladığı Türkçe için pratik yapma imkânı bulduğundan habire bizimle konuşmaya çalışıyordu. Çaylar içildi. Sohbetler edildi. Gönüller doldu. Ayrılık vakti geldi. Toparlandık. Kocaman bir muhabbet yumağıyla uğurlandık.

Saraybosna’dan ayrılmadan önce toprağına el sürüp Fatiha okumak için tekrar Aliya’nın mezarına gittik. Mezarlık sakinleşmişti. Yüzbinlerin doldurduğu tepeler bomboştu. Aliya’nın başında dört bordo bereli ve Kuran okuyan bir grup vardı. Bordo berelilerden biri bize en az çamurlanacağımız bir yolu gösterdi. Selam verdik. Aynı dili konuşmasak da gönül diliyle birbirimizi en iyi şekilde anlıyorduk. Toprağa el sürdük, Fatiha’lar okuduk. Ayrılırken bordo berelilere “fi emanillah” dedik. “Allah’a emanet” dediler. Yavaş adımlarla Kovaçi Şehitliğindeki şehitlerin arasından yürürken gönlümüz genişliyordu.

Aliya’nın sözü kulağımda: “Bizi toprağa gömdüler fakat tohum olduğumuzu bilmiyorlardı.” O, emanetini teslim etti. Biz de onu, vasiyet ettiği gibi toprağa vermenin huzuruyla Bosna topraklarından ayrıldık.

 

Daha Fazla Yükle

Yorum Bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Çok Okunanlar