Öncelikle Rabbim rahmet eylesin Mehmet abimize. Sizin babanız, bizim de abimiz. Güzel yaşadı, temiz yaşadı, mücadelesini verdi, okudu, düşündü, yazdı, üretti, kurumsal çalışmalar yaptı, mahkemelerde yargılandı. Ama hepimizin gönlünde de sevgi bırakarak ayrıldı aramızdan. Mehmet abiyi bir baba olarak konuşmak istiyoruz ve tabi çocukları olarak da sizinle olan ilişkilerini… Ama tüm bunlardan önce sizi tanıyalım isterseniz, kimdir Melih Doğan, ne yapar?
Ben Sait Melih Doğan. D. Mehmet Doğanın ortanca çocuğuyum. Mühendisim, bilgi güvenliği alanında çalışıyorum. Bu alanda teknik ve akademik düzeyde çeşitli projelerde yer alıyorum. Evliyim bir oğlum var.
Sizin yazar olmanız için hiç yönlendirme yaptı mı? Arzusu oldu mu? Yoksa tamamen serbest mi bıraktı?
Babamın doğrudan bir yönlendirmesi olmadı açıkçası. Ne bana ne de diğer kardeşlerime mesleki anlamda bir yönlendirme yaptığını hatırlamıyorum. Daha çok kitap okumayı teşvik eden bir yaklaşımı vardı. Okumaya önem vermemiz gerektiğini sıkça söylerdi. Zaten kardeşlerim de farklı alanlara yöneldi; kız kardeşim mimar oldu. Son dönemde ise abim yazarlığa ilgi duymaya başladı, hatta bir roman kaleme aldı ve şu an yayınlanma aşamasında. Onun bu adımı hepimizi heyecanlandırdı diyebilirim.
2024 yılı aile olarak sizin için hayli yorucu ve sonunda hüzünlü geçti. Sondan başlayalım dolayısıyla. Hastalık süreci nasıl geçti, o dönemde aile olarak, evlatları olarak neler hissettiniz, neler yaşadınız?
2024 yılı bizim için hem çok yorucu hem de sonunda derin bir hüzünle noktalanan bir dönem oldu. Babam aslında hayatı boyunca çok sağlıklı bir insandı. Vefatından sadece aylar önce, hiç başının bile ağrımadığını, ağrı kesici kullanmadığını söylemişti. Bu yüzden hastalık haberi hepimizi çok şaşırttı. İlk rahatsızlığı Burdur’da Mehmet Akif’le ilgili bir bilgi şöleni sırasında yaşandı. O dönem tedaviyi erteleyip Ankara’ya dönmeyi tercih etti. Birkaç hafta sonra, 27 Aralık’ta Taceddin Dergâhı’nda düzenlenen anma programında durumu belirginleşti. O gün TYB Başkanı Musa Kazım Hoca ve Hacettepe Üniversitesi rektörünün ısrarı üzerine hastaneye kaldırıldı. Yapılan tetkiklerle safra yolu kanseri olduğu ortaya çıktı ve yaklaşık dokuz ay sürecek bir hastane süreci başladı. Bizler için hem mental hem de fiziksel olarak oldukça zorlu bir dönemdi. Aile olarak hastanede hep yanındaydık. Ameliyat sonrası kısa bir toparlanma süreci olmuştu, hatta umutlanmıştık ama maalesef durumu tekrar kötüleşti ve vefat etti. Allah rahmet eylesin…
Çok çalışan, il ve ülke dışına sık sık programlara giden biriydi. Bu husus aile ortamını, sizleri nasıl etkiliyordu?
Babam gerçekten çok çalışan, sürekli üreten ve davetlere büyük-küçük demeden icabet eden bir insandı. Üniversitelerin edebiyat kulüplerinden gelen davetleri bile geri çevirmezdi. Bir hafta içinde iki üç farklı şehirde programa katıldığı olurdu. Bu yoğun tempo, bizim için bir ölçüde alışıldık hale gelmişti ama özellikle annem için oldukça yorucuydu. Çünkü babamın yokluğunda hem evin hem biz çocukların sorumluluğu ona kalıyordu. Biz de zamanla bu dengeyi anlamaya ve onun bu emeğine daha fazla saygı duymaya başladık.
Mehmet abinin günlük programı nasıldı? Tabi sizin evde birlikte olduğunuz dönemden başlayalım isterseniz… Sonra da evlenince ayrıldınız. Hafta içi ve dışında iletişiminiz nasıldı aile fertleri olarak?

Babamın günlük programı oldukça düzenliydi. Evde birlikte yaşadığımız dönemde, akşamları mutlaka birlikte yemek yerdik. Bu konuda çok hassastı; ailece sofraya oturmak onun için önemliydi. Yemekten sonra genellikle annemle birlikte ya televizyon izlerlerdi ya da sohbet ederlerdi. Yatsı namazından gece yarısını kadar çalışırdı. Daha sonra yatar sabah namazından önce uyanır, namaza kadar çalışırdı. Genellikle yazı yazdığı, sözlük üzerinde çalıştığı zamanlardı bunlar. Sabah bizim için kahvaltı hazırlar ve okula uğurlardı. Gündüzleri çoğunlukla Türkiye Yazarlar Birliği’ndeydi. Yaz aylarında ise İzmir’deki evimizde olurduk; orada yeni kitap çalışmalarına yoğunlaşırdı.
Yazı yazarken çok titiz miydi? Siz rahatsız eder miydiniz? Şunu hiç düşündünüz mü “babam sürekli okuyor, yazıyor ve dışarıya gidiyor, bize yeterince zaman ayıramıyor”?
Babam yazı yazarken gerçekten çok motive ve odaklı olurdu. Benim yatağım evdeki kütüphanede, yani çalışma odasına oldukça yakındı. Buna rağmen sesimden rahatsız olduğunu hiç hatırlamıyorum. Öyle bir şikâyeti olmadı, Çalışma disiplini çok güçlüydü ama aynı zamanda çevresiyle de uyumluydu. “Bize zaman ayıramıyor” gibi bir düşüncem hiç olmadı. Belki fiziksel olarak yoğun bir tempoda çalışıyordu, sık sık şehir dışına çıkıyordu ama bizimle olan bağı, ilgisi hiç eksilmedi. Sanırım bu yüzden, o kadar meşgul olmasına rağmen kendimizi hiç ihmal edilmiş hissetmedik.
Yazdığı yazılar üzerinde müzakereniz, değerlendirmeniz, itiraz veya takdiriniz olur muydu? Sizinle yayınlamadan önce paylaşır mıydı kitaplarını…
Yazılarını yayınlamadan önce biz çocuklarıyla pek paylaşmazdı. Daha çok kendi çevresindeki yakın arkadaşlarıyla istişare eder, onların görüşlerini alırdı. Kitaplarını da genellikle yayımlanmış haliyle elimize alırdık. Bazen köşe yazılarına ya da özellikle attığı tweetlere dair kendisini aradığım olurdu. Bazen ifadelerinin yanlış anlaşılabileceğini düşünürdüm.
Çocukken babanızla yeterince birlikte olabildiniz mi? Bu konuda bir eksiklik hissettiniz mi? Nasıl telafi ederdiniz ayrılıkları?
Bu aslında göreceli bir konu. O zamanın şartlarına göre düşündüğümüzde, babam bize vakit ayırır, bizimle ilgilenirdi. Şimdiki çocuk yetiştirme anlayışıyla karşılaştırıldığında elbette daha farklı bir tempo vardı, ama biz bir eksiklik hissetmezdik. Onun ilgisini ve varlığını hep hissederdik. Sık sık şehir dışına çıkardı, ama döndüğünde bize mutlaka hediyeler getirirdi. Gittiği yerlerin meşhur yiyeceklerinden alır, bazen kitap, bazen küçük ama anlamlı eşyalarla dönerdi. Bu hem bizi mutlu ederdi hem de onun bizi düşündüğünü hissettirirdi.
Size olan şefkati, bir baba olarak yaklaşımı konusunda neler söyleyebilirsiniz? Mücadeleci yönü, aileye yansır mıydı sertlik olarak? Üç kardeşsiniz, sevgisini yansıtmada nasıl davranırdı?

Babam evde de dışarıda olduğu gibiydi; yani farklı bir yüzü yoktu. Duruşu net, otoriter ama asla baskıcı olmayan bir yapısı vardı. Disipline önem verirdi ama bunu asla sevgisizlikle karıştırmazdık. Bize karşı sevgisini çok gösteren, sarılan, sürekli duygularını dile getiren biri değildi belki, ama onun sevgisini davranışlarından, ilgisinden ve bizim için aldığı sorumluluklardan çok net hissederdik. Üç kardeşiz; aramızda adaletli olmaya çalışırdı ama küçük olduğu için kız kardeşime karşı biraz daha müşfik davrandığını söyleyebilirim. Bu da bizce gayet doğaldı.

Birlikte gezileriniz olur muydu? Tatil kavramı var mıydı ailede? Doğan ailesi okuma yazma faaliyetinin dışında neler yapardı? Sizinle oyun oynar mıydı?
Babam gezmeyi seven bir insandı. Gittiği yerlere bizi de götürmeye çalışırdı. Bu sayede onunla birlikte birçok şehri ziyaret etme imkânım oldu. Küçükken birlikte lego oynadığımızı hatırlıyorum, ama genel olarak çok fazla oyun oynadığımızı söyleyemem.
Ankara’yı severdi. Ankaralı olduğu için mi yoksa Ankara hakikaten sevilecek bir yer olduğu için mi?
Evet, babam Ankara’yı severdi. Sadece burada doğup büyüdüğü için değil; aynı zamanda Ankara’nın hak ettiği değeri görmediğini düşündüğü için de onun savunuculuğunu yapardı. Malum, Ankara genelde “gri”, “vasat” gibi ifadelerle tanımlanır. Babam bu algıyı kırmak için hem yazılarında hem konuşmalarında çaba gösterirdi hatta ‘Ömrüm Ankara’ adlı bir kitap yazdı. Onun için Ankara sadece bir başkent değil, köklü bir tarihin, manevi bir derinliğin ve kültürel bir birikimin taşıyıcısıydı. Cumhuriyet’ten önce de var olan bir şehir olarak Ankara’nın geçmişine sık sık vurgu yapar, Taceddin Dergâhı gibi mekânlarla şehrin ruhunu anlatmaya çalışırdı. Ankara’nın görünmeyen yüzünü göstermeyi bir tür görev gibi görürdü.
Babayla ilişkinizde eksik kalan bir şeyler oldu mu?
Hayır olmadı.
Babası hayatta olanlara neler önerirsiniz? Babası vefat etmiş bir evlat olmak nasıl bir duygu? Hiç TYB’deki odasına girdiniz mi vefatından sonra?
Babası hayatta olanlara en büyük önerim, aralarında ne varsa konuşmaları, sorunları büyütmeden çözmeye çalışmaları olur. Çünkü gerçekten, ölümün ne zaman geleceği belli olmuyor. Sonrasında pişmanlık duymamak için, kırgınlıkları, mesafeleri mümkün olduğunca ortadan kaldırmak çok kıymetli. Baba kaybı… Tarifi zor bir eksiklik. Ne kadar zaman geçerse geçsin, tamamlanmayan bir boşluk gibi. Hayat devam ediyor elbette ama içten içe hep bir şeyin eksik olduğunu hissediyorsunuz. Babamın vefatından sonra Türkiye Yazarlar Birliği’ndeki odasına girdim. Açıkçası farklı, derin bir histi. Kitapları yerli yerinde ama o yok.
Mehmet Abiyi değerlendiren arkadaşlarının çoğu, onun vefasından, dostluğundan bahseder. Vefatından sonra, dostlarından bu vefayı gördünüz mü? Sizi şaşırtanlar oldu mu?
Evet, babamın vefatından sonra dostlarından gerçekten büyük bir vefa gördüm. Özellikle Türkiye Yazarlar Birliği Başkanı Musa Kazım Hoca’nın gösterdiği ahde vefa bizim için çok kıymetliydi. Hastalık süreci boyunca hep yanımızdaydı, her an desteğini hissettik. Allah ondan razı olsun. Babamın yakın arkadaşları, yıllarca onunla yol yürümüş insanlar ve hatta sadece okuyucuları bile bizi arayıp süreci takip ettiler. Babam vefat ettikten sonra yurtdışından bile çok sayıda arayan oldu; bu ilgiyi görmek hem duygulandırıcı hem de onurlandırıcıydı. Tabii zamanında birlikte çalışmış ama yolları ayrılmış bazı isimlerle de görüştüm. Geçmişte yaşanan bazı olaylara dair kırgınlıklarını dile getirenler oldu, sitem edenler de vardı. Ama onların ses tonundan, anlatımından babama hâlâ bir sevgi duyduklarını hissettim. Bu da ayrı bir anlam taşıyor. Onlardan da Allah razı olsun.
Mehmet Doğan’ın oğlu olmak size neler kazandırdı, neler kaybettirdi…?

Böyle bir insanın oğlu olmak elbette gurur verici. Çocukluğumdan itibaren seçkin, entelektüel bir çevrenin içinde büyüdüm. Babam sayesinde çok değerli insanlarla tanışma, onların sohbetlerinde bulunma imkânım oldu. Bu da ister istemez düşünce dünyamı, hayata bakışımı şekillendirdi.
Kaybettirdiği bir şey olduğunu düşünmüyorum. Belki bazı insanlar size sadece onun oğlu olduğunuz için bakıyor olabilir ama ben bunu da bir eksiklik değil, bir fırsat olarak gördüm. Çünkü babamın ismiyle değil, kendi emeğimle bir yol yürümeye çalıştım. Ama bu ismin bana kazandırdığı saygı, itibar ve perspektif inkâr edilemez.
Teşekkür ederim.
Fotoğraflar: Fatma Somuncuoğlu
