Geceyi tuttum da başımdan aşağı bir güzel boşalttım gitti,
sessizliğin muhteşem tadında oldu her şey, biraz daha
dikkatli baksaydım yıldızları da görecektim,
hilalin ipince halini de, ama bakmadım,
karşıda öyle koyu gölgeleriyle ağaçlar vardı ve
inadına gölgeleri vuruyordu içerime, içime vuruyordu,
şiddetle vuruyordu, geceyi alıyordu da koynuna
hilalin şavkıyla sarmalıyordu ve öylece bırakıyordu ki
ağarsın zaman, çıkıp iyice bir yorulsun artık,
dizlerinin bağı çözülsün, sabahı öyle kucaklasın,
zamanın kederini yaksın ki bir şey çıksın ortaya;
etrafına baksın, nesi var nesi yoksa saçılsın ki
mahareti neyse bilinsin artık; neden dervişlerin
dolaşıp durdukları kapılar sessiz, sessiz ağlarmış,
bilinsin; bilinsin ki ben de bütün bunlardan sonra
bir tepeye çıkayım da oradan bağırayım dedim:
Yu’şaaaa! Yu’şaaaa!
nedir bu inadın aktığı ırmaklar,
bu kızıl kıyamet rengindeki hayat,
peki ne olacak hayretle açılmış gözlerdeki
ışıltkan kıvılcımların sonu; haydi söyle?
Dedim; sonra ayrılık ta çözemeyecek bu düğümü eğer
Ateşe atılanın bıraktıklarıyla bakılmayacaksa hayata!
Bir yokuşa vurmuştum; denize nazır bir yokuşa,
mülki osmanide bir kadı nasıl olurdu da
sırtını vurup bir yokuşa; çıkarıp hırkasını
yok olurdu yoklukta; sonra anladım ki bakışı
denizi yutuyordu, duası denizi tutuyordu;
ciğer mi satıyordu sokaklarda üşenmeden
omzunda mı taşıyordu gururunu yoksa,
o anlı şanlı muktedir çıkıp sokaklarda! çarşı pazarda!
ciğerhunum, ateşler içindeyim; belki de bir rüya,
belki bir hülya alıp sokaklara döküyordu kirlerini insanın;
insan ki hep ziyanda, insan ki yitirilmiş bir sevda acısı,
insan ki bir gürz sallaması kadar bile değil,
çıkarmak istediği nağra;
hülasa: yolun üzerindeki sefil bir hıçkırıktır,
bilinmez neden sessiz sessiz ağlar;
duracağı yok mu bunun bir yerde,
yokuşun başına doğru bir telaş, bir keşmekeş, bir rüsva,
yolu yokuşu her neyse bir sürü dert ile bitmez kaygıların
sonu ne olacak:
ya Aziiiiz! ya Aziiiiz!
bu denizler kimin denizleri,
bu ölüler kimin ölüleri, ya ben kimim?
Dedim; her yokuşun vardır bir inişi lâkin önemli olan çıkmaktır yola!
Başlamaktır bir yerinden hiç olmazsa hayatın kanayan yüreğinden!
Neticede bitireyim dedim gecenin meselesini,
sabahın gözü açılmadan bitireyim ki kalmasın
üzerimde hakkı, zikrin ağzından dökülen
incileri de alayım yanıma, bir mahcubiyeti olmasın ki
övüneyim dedim; birlikte yaydığımızdan dolayı sevincimizi, sessizce olsun ama dedim
bir şiirin imgesi gibi içimizden; öyle oldu evet,
gece de geceymiş meğer gül kokusunun koynunda
yanıp sönermiş incinmeden hiç;
aslında her şey bilinmiyor ki öncesinden,
demek ki tufanın boşuna değilmiş kopması;
Cudi’nin orada olması ve oradan dağılması
yeryüzüne aşkın, ne bileyim işte, ölmeyi
hak ettim mi acaba derken, bilemiyorum;
bir daha çıkayım bağırayım bari denize nazır tepeden:
Yu’şaaaa! Yu’şaaaa!
- geceye akan yıldızın adı ne?
bütün korkularını karanlığın içine savurmuş da bi güzel
kurtarmış kendini ki alıp aklımı gecenin sessizliğinden;
Yu’şaaaa! Yu’şaaaa!
peki benim adım ne?
Dedim; çıkayım bir nağra atayım helâk olsun artık fesleğen kokulu yaz!
Kalmasın bana da bu âlemin sırrından başka hiçbir işve hiçbir naz!