Garip ve belki rahatsız edici bir tespitte bulunacağım. Tespitin garip olduğunu bilmem, bunu yazmaktan beni alıkoymuyor. Bu cümleyi okuyanların bir kısmı az da olsa merak ederken bir kısmı yazıya güvenini kaybetti bile. Okur hemen burun kıvırabilir. Yazanla okur arasındaki o muğlak dalgalanma; yazanın cephesinde ayrı, okurun cephesinde ayrı kıyıya vurur. Dalgalanma mecazını sahilde deniz kabuğu toplayanlar daha bir kuvvetle somutlar. İşte bunu söyleyeceğim.
İnsanlar çok sayıda ortak paydaya rağmen farklılar. Farklılıklarına direnmeleri, işine gelen bir başkası olmaları oldukça zor. Çünkü yaşadıkları coğrafyanın, o coğrafyanın yaşattıklarının ve o topraklardan miras bırakılanların çok da ötesine geçemezler. Bu, bilinen bir şey.
Farklılar. Gariptir ki, deniz kenarı insanları dalgalı deniz gibi karmaşık ruh halleriyle çalkalanan “sanıyorum, zannımca, belki de galiba” gibi sözler söyleyen, ikilemlerden, sezgisel buluşlardan zenginlik çıkartan/arayan, değişken insanlar… Dağ, bozkır insanları ise daha dik, kararlı, sabit, sert ve güçlü bir duruş içinde zan kabul etmeyen, sorguya daha kapalı bir tavrı benimsemişler. İşte bu, sezgisel ve garip bir genelleme.
Zorluklarla baş etmeyi öğrenmiş ve fiziksel açıdan kendini geliştirmiş köy insanı ile sıcak su için zahmete girmesi gerekmeyen şehir insanı… Şehirliler, köy yolunda ayak bilekleri incindiği için dalga konusu olurken köylüler de şehir hayatının kaotik trafiğine ayak uyduramadıkları için küçümsenirler. Sırada beklemekte ya da akan kalabalıkta ilerlemekte zorlanır, otobüse koşmayı kendilerine yediremezler. Bunalım, depresyon pek onlara göre değildir.
Sağlam duruşuyla dağın ve bir kararda durmayan denizin insana kattıkları bir kalemde reddedilemez. Köyde doğup büyümüş olmanın şehirliye evrilmesi en az iki nesil sürer. Yine de tavırlardan, tutumlardan izler kalır. Apartman duvarlarıyla bakışan şehirlinin yıldızlara uzanan dağ türküsü yakan köylü olması daha çok zaman alır.
Mübadele ile coğrafyasını terk etmek zorunda kalan, sürülen, zulüm gören insanların torunları da bu travmatik izleri taşır. Annemizin mimikleri, babamızın tonlaması, teyzemizin öfkesi, halamızın tamahkârlığı, dayımızın resim sevgisi… Peki kimiz biz? Dağ, deniz, akraba, dost, tanıdık, travma çıkarılsa bize bizden ne kalır? Bu öze ulaşabilir miyiz? Bu öze ulaşmam lazım.
Ne gerek var, diyorsunuz. Sanırım denizli değilsiniz siz.