Bizimle İletişime Geçin

Düşünce

Deprem Ama Ne!

EKLENDİ

:

Rahmet-gazap, lütuf-kahır gibi kavramların insan zihninin kavrama gücünü aştığını, kimi zaman da felç ettiğini söyleyebiliriz. Çünkü insan, kavramak için sınırlandırmak zorundadır. Sınırlarını çizemediği şeyler karşısında kuşkucu, ürkek, güvensiz hatta inkarcıdır. Ama tüm bunlar, aynı zamanda kayıtsız şartsız bir teslimiyete kapı aralama ihtimalini de içermektedir. Düz bir çizgiden bakıldığında, inkârla teslimiyetin ortak bir kaderde buluştukları, kategorik bir ön kabuller alanını paylaşarak orada hayat buldukları düşünülebilir. Ancak inkârla teslimiyet kesin çizgilerle birbirinden ayrılmaktadır: inkârın istinatgâhı kendisidir; teslimiyette ise, aşkın bir gücün varlığı söz konusudur. inkâr, teslimiyetin aşkın gücünü yok sayan argümanları bulmak ve bunları geliştirmek zorundayken, teslimiyetin var sayma ya da yok kabul etme gibi bir problemi olamaz. Çünkü teslimiyet, keyfiyeti itibariyle varsayıllığı kabul etmez. Belki inkâr da yok saymaz, yok der ama, teslimiyetin “var”ını problematiğinin eksenine oturttuğu için, bu bir “yok” değil, yok saymadır. Toparlayacak olursak insan, derinine bir türlü inemediği, kavrama noktasında tüm uğraşısına karşın acze düştüğü varoluşsal durumlar karşısında iki net tavır ortaya koymuştur: inkâr etmek ya da teslim olmak. inkârın kolaycılığına ve rahatlığına sığınanların, dışardan bakıldığında, bir sükûnet dağı gibi duran (durması gereken) bu tercihlerinin altında onları sürekli rahatsız eden ve patlamalar yapan bir magma vardır: Birilerinin “var”ı ya varsa. Bunun için o var’ ı yok etmek gerekir. Bunun da en emin yolu “var” diyenlerin bu iddialarından, daha yerinde bir deyişle, duruşlarından vazgeçmeleri/vazgeçirilmeleridir. Çünkü, yok üzerinde sağlanan ittifak sarsılmaz bir güven doğuracak kuşkuya/kuşkuculuğa açılan atar damarların önünü tıkayacaktır. Böylesi bir ittifak gerçekleştirilemese dahi, inkârın kendi içindeki ittifakından kaçınılmaz bir biçimde tezahür edecek karakteristik bir iman vardır ki, o da insanî donanımın var ettiği değerlere tanrısal bazda kutsallık atfeden bir imandır. Bu bir bakıma perde gerisinden kendisinin suflörlük ettiği bir tanrılaştırmadır. Kimi zaman da, kendisinin bir tanrı olduğunu söyler hatta deklare eder. Fakat çok ilginçtir, neden insan olduğunu değil de tanrı olduğunu iddia eder.. Acaba birilerinin “var”ından mülhem rahatsızlığın güdülediği atraksiyonel bir duygunun kendisi midir onun tanrılığı? Bu soru ve bu sorunun varyasyonel açılımları tarihin inşasını da doğrudan etkilemiştir.

Üzerinde asıl durulması gereken nokta, “var”sız insanın akıl ve zekâsıyla ulaştığı şeyler karşısında kendini unutması ve o şeyleri yücelterek kendi varlık değerini adam akıllı bir kayba uğratmasıdır. Bugün sıklıkla duyageldiğimiz ya da bir çırpıda sarf ettiğimiz şu basit nitelemeler bile söz konusu yüceltme ve değer kaybına ilişkin tipik birer örnek teşkil etmektedir: “Bilimin başarısı”, “bilgisayarın yarattığı yeni mucize”. Bu iki spot içinde, insan öznesinin saklı durduğu aşikârdır şeklinde bir itiraz mümkündür ama, bilim ve bilgisayar özneleri öne çıkarılmak suretiyle bilimin aşkınlığı çok çarpıcı bir biçimde hissettirilmek istenmekte ve bu hissin refleksif bir karakter kazanmış olduğu da inkâr edilemezdir. Çünkü insan, ezici bir çoğunlukla bilimin ulaştığı seviyeye bir katkı ve emek sunma noktasında kesinlikle işlevsel değildir. O hâlde az sayıda beynin işlevsel olduğu ve sonuçlarıyla her bir insanın muhatap kılındığı bu alanın, bizatihi kendisinin bir dogma olarak sunulması ve bu sunum neticesinde de aşkın bir kimlikle karşımıza çıkmış olmasından daha doğal ne olabilir ki. Oysa bilim ve bilimsellik, yaratışın, yaradılışa kodladığı yasaların keşfedilerek bilinmesi; rasyonel ve pratik bir kıvama ulaştırılmasının ötesinde herhangi bir olağan üstünlüğe sahip değildir. Gelinen noktada insanın, bilimsel bilme alanının genişlemesine ters orantılı olarak, tanrısal alanın daraldığı/daraltıldığı hatta tabir yerindeyse, tanrının giderek köşeye sıkıştırıldığına dair üstü örtülü veya açık bir bilim imanı telkin edilmekte, kullarından da huşu, itaat ve teslimiyet istenmektedir.

Tanrı-insan-tabiat ilişkisini canlı bir biçimde gündeme taşıyan, insan zihninin hararetlenmesine yol açan mükerrer nedenlerden biri de uğranılan afetlerdir. Doğal afet genellemesinin vurgulu bir biçimde kullanıldığı bu afetler, gerçekten salt bir doğa afeti midir? Doğa, varlığımıza kasteden bu yıkıcı yaklaşımıyla insana hangi çağrışımları yaptırmayı istemektedir? Doğa, bunu iradî olarak mı yapmaktadır yoksa hep boyun eğmek zorunda kaldığı aşkın yasaların şaşmazlığı karşısında sadece emredileni yaparım gibi bir tezahür beyanında mı bulunmaktadır? Son derece masum gibi gözüken doğal afet tabirinin, insan bilincini işgal etmesi arzulanan tasarımından (evet tasarımından) ve çağrışımlarından tanrısal boyut her nedense özenle kovulmaya çalışılmaktadır. Son Marmara depremiyle ilgili olarak bir televizyon programında bilim adamı sıfatıyla yeralan konuklardan birinin, muhtemel bir istanbul depreminin nelere mal olacağına ilişkin sözleri şöyle bir temenniyi de tırnak içine alıyordu: “Doğa yardım ederse”. “Doğa yardım ederse” zaman kazanır ve tedbir alırız diyordu. Yani doğanın muhtemel bir takdirine karşı tedbir almak. Söz konusu temenninin Tanrı mevkiine koyduğu doğa, ol derse olur, öl derse ölürüz. Böylesi trajikomik bir yaklaşımın neresine tutunulabilir. insan mantığı, bir takım takıntılarından dolayı, niçin bilimsel olmak isterken bilimi, düşünce üretmeye çalışırken düşünceyi, inanç üretmeye çalışırken de inancı iptal etmektedir? Uzayı fethe hazırlanan insanın, üzerinde yürüdüğü gezegenin tehditlerine yeterli çözümler üretip karşı koyamıyor olması, ona bilim tanrısına kul olmaktan başka seçenek bırakmamaktadır. Hâlbuki var olanı keşfetmekten öte meziyeti olmayan bilimin ontolojik bağlamda var olan mertebesine bile erişme şansının bulunmadığı açıktır. Marmara depreminin, aynı zamanda ilahî ikaz içeren bir ceza olduğuna ilişkin değerlendirmeler, yine ekranlardan farklı ağızlarda yankılanan şöyle bir soruyla reddedilmeye çalışıldı: insanın yeryüzündeki varoluşundan önce yeryüzü vardı ve o zamanlar da deprem oluyordu; peki bu depremler kimi cezalandırmaya yönelikti? Kimi soru sahipleri, depremin ilahî bir ceza olduğu yaklaşımlarının kendilerini çok da sinirlendirdiğini söylüyorlardı. Marmara depreminin en kayda değer sonuçlarından biri, depremin yıkan, can alan, çaresizliğe sürükleyen şiddetinin, yıktığı, tahrip ettiği binalarla birlikte beyinleri de aynı oranda, içine girilemez biçimde tahrip etmiş olduğudur. Öyle ki bu, afetin salt tanrısal cezalandırma olduğu tezini ileri süren ve bu tezin karşısında duran hemen herkesi içine alan bir tahriptir.

İnsan, kendi gücünü aşan, önlenemez olduğunu bildiği ve önleyemediği tabiat olaylarını iki temel argümana yükleme eğilimi gütmüştür hep: Ceza ve ödül. Örneğin, çisil çisil yağan yağmur bir rahmet bir ödül olarak değerlendirilirken, şiddetli yağmur bir cezalandırma ve gazaba matuf kabul edilmiştir. Tabii ki insan, bu anlamlandırmalarını mesnetsiz yapmamaktadır. Kutsal metinler, aşkın bir güce karşı duyulan doğal korku, anlamlandırılmaya çalışılan bir tabiat ve gözlemlerinden elde ettiği sonuçlar v.s. Ancak tabiî bir afet sonrası afeti yaşayan insanların çoğunda cezalandırıldıklarına ilişkin söze dökülen bir duygunun, adeta refleksif biçimde açığa çıkıyor olmasını da basit bir tepki şeklinde yargılamamak gerekiyor. Çünkü böylesi bir ürperti ve irkilme fonunu binlerce yıllık bir bilgi ve deneysel birikimin oluşturduğu kesin. Burada, varoluşumuzdan önce yeryüzünde meydana gelen depremlerin kimi cezalandırmaya yönelik olduğu sorusuna rahmet yağmurlarının kimin için yağdığı sorusunu eklemek ve bu iki soruyu birlikte sormak gerekmektedir.

Depremi, yaratanı (Tanrısı) olmayan bir doğanın son derece olağan bir fiili olarak niteleyenlere sorulacak herhangi bir soru olamaz. Ancak bir yaratıcının varlığını kabul ettiği hâlde, depremi ve diğer tabiat olaylarını, korkutan, can sıkan ama tanrısal boyuttan bağımsız oldukları kanaatini serdedenlere şunları sorabiliriz: Tanrı evreni yarattıktan sonra nereye gitti? fiayet evreni başıboş bırakıp da bir yere gitmedi ve her an onun üzerinde yegâne nazar sahibiyse, Tanrı iradesi dışında evrende bir şeyin kendi başına olabilirliği mümkün müdür? İpin ucunu elinden kaçırmış bir Tanrı düşünülebilir mi?

Sonsuz kudret sahibi olan Tanrı, evrene koyduğu ve özellikle de insan hayatını doğrudan ilgilendiren yasaların tecellileriyle tüm insanlara neyi ihsas etmektedir: Rahmetini mi, gazabını mı; paradoxal bir biçimde her ikisini de içeren bir şeyi mi, yoksa bütün bunların dışında başka bir şeyi mi?

Daha Fazla Yükle

Yorum Bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Çok Okunanlar