Çatışma içimizde başlar. Doğadan yalıtılmış ortamlardan doğaya yapılan her seyir başka bir psikolojik haraketliliğe sebep olabilir. Karşılaşma kaçınılmazdır. Düşünen bir zihin, hala duyarlılığını yitirmemiş her kalp için doğa ya tedavi edici olur ya da hastalıkları arttırıcı olur. Dersu Uzala gibi bir bilge ile karşılaşılmışsa bu çoğunlukla tedavi edici bir sürece dönüşebilir. Tüm dünyayı hatta tüm evreni hesaplamak, haritalamak ve böylece her şeyi kendi tekno-kapital dünyamız için daha kullanılmaya elverişli hale getirmek isteyebiliriz. Fakat bunu ruhunun derinliklerinde doğanın ritmini metafizik gerilimiyle rezonansa girerek yaşayan biri değiştirebilir. İç doğanın dış doğaya verdiği anlamlar dışımızdaki dünyanın etkileşiminde yanlış bir yola sapmış olabilir. Dış dünya tamamiyle yapay, sentetik ve doğayla uyumsuz bir formata girmişse insanın iç dünyasınının oluşumunda parazit etkiler yapabilir. Hatta bu parazitler yıkıcı bir etki ile hastalığa dönüşebilir.
İnsan tahayyülünün beton bir çerçevede buzullaşıp metalleşmesi karşısında filmdeki eşsiz sahneleriyle ormanın içinde tüm yüklerinden fazlalıklarından arındırması Dersu Uzala filmini seyredilir kılmaya değer. Hangi dolayımlara dolanıp zihnimizdeki hangi şartlanmışlıklara takılıp kalmışsak da sürekli yanan bir mumun alevinde eriyip gidebilecek bir aysbergin hiçbir şansının da olmayacağını unutmamamız gerektiğini kanıtlar niteliktedir bu film. M. Haneke’nin buzullaşma üçlemesinin buzları da eriyebilir. Bu doğal sürekliliğe ne dayanabilir?
İnsan ruhunun otobana değil patika yollara daha uygun olduğunu belirten bilge mimar Turgut Cansever’i hatırladım film boyunca. Köşeli, düz ya da geometrik modern (çoğu zaman da bu modernleşmeyi de başaramamış) mimarinin içinden hayal perdemiz sinemanın ekranında yansıyan çelişkili ruh halimizi patikalaştırdı film. Bir otobana çıkıp son sürat beklentisi içine gimek yerine sahneyi durdurup bir kenarda doğayı temaşa etmek isteği doğduğunda mumun alevi yandı. Seyirlik ne kaldıysa o bile yeterdi. Nerdeyse kendiliğinden yanan ışık gibi bir anafordu bu.
Dersu Uzala’nın her şeyin ruhunun olduğunu söylemesi değil, anlamlandırma çabasıydı önemli olan. Anlama ve anlamlandırma en çok sade ve kendiliğinden gelen bir iç ses gibi pazarlıksız olunca harita ruhun haritasına dönüştü Arseniev karakterinde. Bu seyirci filmi seyredenlerdi aynı zamanda. Dönüşümü ateşleyen olaylar yaşantılar örgüsüne takılanlar patika yolda otoban aradılar. Kaybolanlar hissetti.
Kurosawa, doğduğu ve yetiştiği nehrin suları kirlenince yumurtalarını bırakamayıp çaresizce uzak Sovyet nehirlerine yüzmek ve yumurtalarını buralara bırakmak zorunda kalan bir somon balığının durumuna benzetmiş ve üzüntüyle ”Japon somonunun doğal olarak yumurtalarını bir Japon nehrine bırakması gerekmez mi” diye sormuştur. Yönetmen Kurusowa yabancılaşmanın sıkıntısını Sibirya steplerindeki ormanlarda mı yıkamalıydı? Anlaşılan o ki başka çaresi de kalmamış gibi. Biz yaşadığımız tekno-kapital dönüşümü hangi sularda ve hangi ormanın patika yollarında temizleriz bilinmez. Fakat bir arınma yaşanacaksa doğadaki sadeliğe, beklentisizliğe ve pazarlıksız oluşa dönüşü de gerektirir. Zamanın mekanda kurduğu ritmik ve döngüsel akış tekno-kapital beyinlerin yaptıkları ile yer değiştirmişse artık insan ne kadar insan kalabilir? İnsan doğaya hâkim olmaya çalışmak yerine onunla var olmak deneyimini yaşadığında gözündeki ışığın onun kalbindeki taşlaşmayı durdurduğu söylenebilir. Dersu Uzala hayatını bir misafir olarak bir çocuğun gözlerinde de devam ettirebilir velhasıl. Bazı filmler tahayyülümüzde öyle yer eder ki bir deneyime dönüşür zihnimizde. Yaşamsal bir pratik olarak kendini tekrar ederek buzullaşmayı durduran bir mum alevi olarak belleğimizde yeniden üretilir. Bu film de o tür filmlerden. Saygı ve selamlarımla…