Bizimle İletişime Geçin

Şahsiyet

Dervişmeşrep Bir Şair Necip Fazıl Kısakürek

Necip Fazıl’ın yaşayan şairler üzerinde etkisi o kadar derindir ki tasavvufî kültüre soğuk bakanlar da ondan vazgeçememekte, belli oranda onun “yol”unu izlemektedirler. Özel hayatındaki zaaflarına rağmen onun şiirine hayran olanlardan bazılarının, kendilerine bir Abdülhakim Arvasî arama sevdasına düştükleri de söylenebilir.

EKLENDİ

:

Yaram var, havanlar dövemez merhem;

Yüküm var bulamaz pazarlar dirhem.

Ne çıkar, bir yola düşmemiş gölgem;

Yollar ki Allah’a çıkar bendedir.

1936

Türkiye Cumhuriyeti’nin dâhilinde tekke ve zaviyelere,  677 sayılı kanunla kilit vurulduğunda yirmi yaşındaydı. Gençlik yıllarını İstanbul’da geçiren Necip Fazıl bu şehrin dinî, mistik havasını yakından teneffüs etmiş, şeyh ve dervişlerini, âlim ve âriflerini tanımış, sesli zikir ve ilahilerle coşan sufilerle karşılaşmış, 10 Muharrem ve Kerbela’nın derin hüznünü yaşayan dervişlerle karşılaştığı gibi Balkan, Birinci dünya ve Kurtuluş savaşının büyük sıkıntılarını yakından müşahede etmişti.

O yıllarda tasavvufun derinlikleriyle belki bütünüyle tanışamamıştı. Ama şair ruhlu olan herkes gibi o da Yunus ile onun meslektaşlarının gönül felsefesiyle içli dışlı idi. Bunun bir işareti de şudur: Tekkeler kapatıldıktan kısa bir süre sonra Yunus Emre isimli şiirini yazdı. Son dörtlük şöyle:

Rüzgâra bir koku ver ki hırkandan

Geleyim izine doğru arkandan

Bırakmam, tutmuşum artık yakandan

Medet ey dervişim Yunus’um medet

Bir yıl sonra 62 mısralık meşhur Kaldırımlar ile arayışlarına devam etti:

Ondan bir temas gibi rüzgâr beni bürür de

Tutmak, tutmak isterim onu göğsüme alıp

Bir türlü yetişemem fecre kadar yürür de

Heyhat o bir ince ruh bense etten bir kalıp

1930’da Menemen olayının cereyan ettiği aylarda Kerbela’dan sonra ikinci büyük şehit Hallac-ı Mansur’un ıstırabının peşindeydi:

Sana taş attılar sen gülümsedin

Dervişin bir çiçek attı inledin

Bağrımı delmeye taş yetmez dedin

Halden anlayanın bir gülü yeter

Bilindiği gibi 1930’lu yıllar ülkemizde dinî hayatın sönük, dinî neşriyatın en sessiz olduğu yıllardır. Çünkü 1925’te patlak veren Şeyh Sait olayı, İstiklal Mahkemeleri ve Takrir-i Sükûn kanununun etkisiyle toplum bütünüyle kendi kabuğuna çekilmişti.  23 Aralık 1930 tarihinde cereyan eden Menemen olayı ise bu halin tuzu biberi olmuştu. Yani yöneticiler de dengeyi kaybetmişti.

(Şunu da ara bilgi olarak meraklıları için ilave edelim: Necip Fazıl’ın Menemen olayı üzerine yazdığı yazıdaki kanaatleriyle, 1969’da yayınlanan Son Devrin Din Mazlumları isimli eserindeki değerlendirmeleri çok farklıdır. Bu ayrı bir araştırma konusudur)

Dinin bilgi boyutuyla ilgilenen medreseler kapatılmış, his ve irfan boyutunu öne çıkaran, sanat, şiir ve mûsikinin merkezi olan tekkeler sırlanmış, tarihî şahsiyetleri türbelerini ziyaret dahi yasaklanmıştı.

Paris’te felsefe tahsili yaparken içine düştüğü bohem hayatının hastalıklarıyla/kalıntılarıyla boğuşurken, kader onu yetmişlik bir Van’lı ile yüz yüze getirdi. Nakşibendî tarikatının Halidiye koluna mensup olan bu değerli zatın adı Abdülhakim Arvasî idi. 1919’dan Aralık 1925’e kadar Eyüp Kaşgarî Dergâhı’nın şeyhi olan, o dönemin dinî yüksek tahsil kurumu olan Medresetü’l-mütehassisin’de Tasavvuf Tarihi dersi okutan Arvasî, Necip Fazıl’ın -adeta- yıllardan beri arayıp bulamadığı gönül doktoruydu.

Şairimiz tekkeler kapatılmadan bir yıl önce yani 1924’te kendisini şöyle anlatıyor:

Gönlüm ne dertlidir ne de bahtiyar

Ne kendisine yâr ne kimseye yâr

Bir rüya uğrunda ben diyar diyar

Gölgemin peşinde yürür giderim

Gölgesinin peşinde olan şair on yıl sonra “gönlünün efendisi”ni bulduğunda dilinden şu mısralar döküldü:

Benim efendim!

Ben sana bendim!

Bir üfledin de

Yıkıldı bend’im

Ben ki denizdim

Dağ başı bendim

Şimdi sen oldun

Âleme pendim

Benim efendim!

 

Benim efendim!

Feza levendim!

Ölmemek neymiş

Senden öğrendim

Kayboldum sende

Sende tükendim

Sordum aynaya

Hani ya kendim?

Benim efendim!

 

Benim efendim!

Emri yüklendim

Dağlandım kalpten

Ve mühürlendim

Askerin oldum

Başta tülbendim

Okum sadakta

Elde kemendim

Benim efendim.

Bir Arif İle Tanışma…

Arvasî’nin gönül sohbetleri “ele avuca sığmaz” Necip Fazıl’ın coşkunluğunu teskin ve tatmin etmiş, ruhuna dervişlik yolunu açmış,  mısralarına tasavvufun rengini, beyitlerine tekkenin çeşnisini katmıştır.

Necip Fazıl’ın hayatındaki en mühim dönüm noktalarından biri olan bu buluşmanın 1934’te olduğu, 1940 tarihli şu beytten anlaşılmaktadır:

Allah dostunu gördüm bundan altı yıl evvel

Bir akşamdı ki zaman donacak kadar güzel

Büyük şair “büyük inkılab”ın fotoğraflarını çekmeye ve yayınlamaya devam ediyor. İşte yıllarıyla birlikte birkaç gönül fotoğrafı:

Tam otuz yıl saatim işlemiş ben durmuşum

Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum (1934).

Cüce akıl bilmece salıncağında çocuk

Bir ufacık fıçıcık içi dolu turşucuk (1939).

Anladım ki sanat Allah’ı aramakmış

Marifet bu, gerisi yalnız çelik çomakmış (1939).

Şu geçeni durdursam çekip de eteğinden

Soruversem haberin var mı öleceğinden (1939).

Bana yakan gözlerle bir kerecik baktınız

Ruhuma büyük temel çivisini çaktınız (1940).

25 mayıs 1905’te dünyaya Ahmet Necip olarak gelen, matbuat âleminde Necip Fazıl olarak meşhur olan, 25 mayıs 1983 günü rahmet-i Rahman’a kavuşan Kısakürek, bütün iniş ve çıkışlarıyla, sempatik ve antipatik tavırlarıyla XX. Yüzyıl Türk şiirinin en büyük temsilcilerinden biri olmuştur. O, tasavvuf kültürü açısından değerlendirilse şu söylenebilir: Tekkelerin kapatılmasıyla birlikte ciddi “kan kaybı”na uğrayan bu kültür Necip Fazıl gibi “kavga”yı seven, direnen kalem sahiplerinin himayesiyle adeta ölümden dönmüştür.

1936 yılında Ankara’da çıkardığı ilk derginin adı Ağaç’tır. Sanat fikir aksiyon alt başlıklarını taşıyan haftalık derginin yedi sayısı Başkent’te diğer sayıları İstanbul’da çıkmıştır. Dönemin meşhur yazarları oradadır: Ahmet Hamdi Tanpınar, Mustafa Şekip Tunç, Ahmet Muhip Dranas, Ahmet Kudsi Tecer, Abdülhak Şinasi Hisar, Asaf Halet Çelebi, Falih Rıfkı Atay, Cahit Sıtkı Tarancı, Suut Kemal Yetkin,  Bedri Rahmi Eyuboğlu…

 Tasavvuf Diyebilmek…

1943’te mürşidinin Ankara’da vefat ettiği yıl İstanbul’da çıkartmaya başladığı ve Aralıklarla 1978 yılına kadar otuz beş yıl neşrettiği Büyük Doğu dergisi, fikrî-siyasî çizgisinin yanında tasavvufî rengi de olan bir mecmua olmuştur. Bugün yaşayan âlim, arif, yazar ve sanatkârlar tasavvufî yorumlara sıcak bakıyorsa bu çorbada onun da tuzu vardır. Çünkü herkesin “batı” dediği günlerde o Büyük Doğu demiştir. Herkesin tasavvufî hayat ve düşünceyi tahkir ettiği, dervişleri tezyif ettiği demlerde o tasavvuf ve tarikat demiştir, diyebilmiştir.

Veli ile şair ve meczûp arasında nasıl bir ilişki vardır sorusunun cevabı onun poetikasının ana paragraflarından biridir:

“Nasıl gayelerin en ilerisi olan ilâhî marifet ve tasavvufta, ilâhî cezbe istidadının akıl ve muvazeneden mahrum ettiği perişan meczûp tipleri varsa ve nasıl en büyük değer, cezbesini içinde zaptetmiş ve tekrar akıl ve muvazeneye iade edilmiş irşada memur yüksek velide ise, şair de, bu üstünlerin üstünü dereceye kıyas ve teşbihten uzak olarak,  irşada memur velinin hikmetine yaklaşabileceği nisbette hayatın her şubesini o şubeye ait başka insanlardan daha kuvvetle kucaklayacak ve cemiyetin güdücülük makamlarına oturtulacak bir ehliyet kazanır.”

Büyük’ler hatalarıyla birlikte büyüktür. Onun şiir alanında ortaya koyduğu üstünlüğü bazı dinî, siyasî konulardaki zikzaklarıyla birlikte değerlendirmek gerekir. II. Abdülhamid Han için kullanılan Ulu Hakan ve Kızıl Sultan tespitleri doğru olmadığı gibi, Necip Fazıl’ı da rakipsiz üstad diye tanımak veya kumarbazın teki diye adlandırmak da doğru değildir. Bütün insanları artı ve eksileriyle birlikte değerlendirmek en doğru yoldur. Çünkü hesap günü onlara birlikte bakılacaktır.

Metin Önal Mengüşoğlu’nun yayınladığı Mağrur Öfke: Necip Fazıl (İstanbul, 2013) bunun için güzel bir örnektir. İsmail Kara’nın Müslüman Kalarak Avrupalı Olmak (İstanbul 2017)  isimli kitabında yer alan İdeolocya Örgüsü Nasıl Ele Alınabilir makalesine de bakılabilir.

Necip Fazıl’ın yaşayan şairler üzerinde etkisi o kadar derindir ki tasavvufî kültüre soğuk bakanlar da ondan vazgeçememekte, belli oranda onun “yol”unu izlemektedirler. Özel hayatındaki zaaflarına rağmen onun şiirine hayran olanlardan bazılarının, kendilerine bir Abdülhakim Arvasî arama sevdasına düştükleri de söylenebilir.

Konumuzla ilgili bazı eserlerinin isimleri şöyle:

Tasavvuf Bahçeleri, Reşahat, Râbita-i Şerife, Veliler Ordusundan, Yunus Emre, Hallac-ı Mansur, İbrahim Edhem, Başbuğ Velilerden, İslam Tasavvufu ve Batı Tefekkürü

Besteler

Fikret Kızıltuğ, Hüseyin Gökmen, Mehmet Güntekin bazı şiirlerini bestelemiştir:

1.Zindandan Mehmed’e Mektup

Zindan iki hece Mehmed’im lafta

Baba katiliyle baban bir safta

 

Yarın elbet bizim elbet bizimdir

Gün doğmuş gün batmış ebed bizimdir

 

2.Ayrılık Vakti

Akşamı getiren sesleri dinle

Dinle de gönlümü alıver gitsin

 

3.Su

Kâinatta ne varsa suda yaşadı önce

Üstümüzden su geçer doğunca ve ölünce

 

Söze tekke ile başlamıştık. Behcet Necatigil’in değerlendirmesi ile sona yaklaşalım:

“Tekke şiirimizin verilerini modern Fransız şiiri ölçüleriyle değerlendiren, şiirlerinde soyut insanın evrendeki yerini araştıran: Madde ve ruh problemlerini, iç âlemin gizli duygu ve tutkularını dile getiren Necip Fazıl, dinç ve oturmuş bir dil, mazbut ve sağlam bir teknikle yazdı”

Mezar

Şair, O Ve Ben isimli eserinde hayatını anlatmaktadır. Yalnız kitabı meydana getiren üç bölüm mürşidine göre planlanmıştır: Onu Tanımadan Önce, Onu Tanıdıktan Sonra, Ondan Sonra.

Mürşidi 27 Kasım 1943 tarihinde sürgün olarak bulunduğu Ankara’da vefat etmiş ve Bağlum köyü mezarlığına defnedilmiştir. Şairin vasiyeti şöyle:

Hayat bir zar içinde, hayatı örten bir zar

Bana da hayat yeri “Bağlum” köyünde mezar

Fakat kendisine Bağlum köyü mezarlığı değil de Eyüp sırtlarında, gönül dantelinin dokunduğu Kaşgarî Dergâh’ının yakınında bir yer nasip olacaktır.

Çok Okunanlar