Dil, düşünceyi hem üretir hem de taşır. İnsan, dille düşünür; dilin içinde/n düşünür ve dille konuşur. Dilin unsurları (elemanları) o dilin kelime ve kavramlarıdır; o kelime ve kavramlara düzen ve yapı veren ise gramerdir. Her dilin grameri kendine özgüdür (Bir dilin grameri bir başka dile uymayabilir); akraba dillerde gramer benzerlikleri görülür.
(Türkçe’nin grameri Türk düşünce yapısını da etkiler hatta belirler. Bir Türk olarak Türkçe’nin gramerini tam bildiğimi söyleyemem. Türkçe’nin yanı sıra biraz da Arapça bilirim, Arapça’nın grameri beni Türkçe’den daha çok cezbeder.)
Dil birikmiş düşünceyi (kültürü) de taşır. Türk düşüncesi (her milletin/dilin düşüncesi) yabancı dillerden çeviriler vasıtasıyla etkiye ve etkilenmeye açıktır. Önceleri Arapça ve Farsça’dan, son yıllardaysa batılı (İngilizce, Fransızca gibi) dillerden etkilenen Türkçe, alfabesini korusa da dilini “batılılaştırmıştır”; bu da Türk düşünce yapısına yansımıştır, artık Türkler batılılar gibi düşünmeye başlamışlardır. Dilde alfabe kişideki beden gibidir; dilin ruhunuysa düşünce oluşturur. Alfabe değişince dil değişmez ama ruh değişirse dil kesin değişir. Kur’ân, cahiliye toplumundaki ruhu değiştirdi ama alfabeyi değiştirmedi; bu değişimi aynı alfabe ile yaptı. Biz 1928’de hem alfabeyi hem ruhu değiştirdik ve kendimize, kendi nev-i şahsımıza özgü =sui generis= bir dil oluşturduk ama “otantik, orijinal bir düşünce sistemi” oluşturamadık; ordan-burdan düşünceleri kaparak “eklektik” bir düşünce sisteminin içinde ne İsâ’ya ne de Musâ’ya yaranabildik; İslâm ülkesi miyiz, (Hıristiyan) Avrupa ülkesi mi, bilmiyoruz; bir yanımız doğulu, bir yanımız batılı ama ne doğuyoruz ne batıyoruz, idare ediyoruz!
Okumuş-entelektüellerimiz batılı-modernist; muhafazakârlarımız doğulu-gelenekçi ama ibre her geçen gün batılı-modernistler lehine işliyor; gelenekçiler gençlerin sorularına/sorunlarına doyurucu-mantıklı cevaplar sunamıyor; batılı-modernistlerse gençliğe câzip geliyor. Hâlbuki hakikat gelenekçilerde(!) ama onlar uygun dili bulamadıkları, gençliğin dilini konuşmadıkları için, gençlik onları anlayamıyor, onlara rağbet etmiyor; oysa batının hakikat dediği şey sanal. Batı, dili oyun oynamak (para kazanmak, reklam yapmak = filim çevirmek) için kullanıyor, hakikate ulaşmak ve hakikati bir başkasına taşımak için değil; batının hakikat diye bir derdi zaten yok.
Küresel köye dönen dünyada birçok dil kayboldu, küresel istilâya dayanamadı; yaşayan dillerin birçoğu da yabancı kelimelerin istilâsı ile sadece alfabeleri kaldı, gramerleri yok oldu, bu da düşünce yapısını bozdu. Türkçe konuşan ama İngiliz, Amerikan, Fransız gibi düşünen Türklerin sayısı her geçen gün artıyor; bu durum birçok ülkenin/dilin başında büyük belâ. İstilâlar eskiden topla-tüfekle (savaşla) olurdu, şimdi dille (iletişimle, görsel-işitsel-sosyal medya ile, filmle, reklâmla) oluyor.
Görsel dil (film, video) sözel dili (sohbeti) hâkimiyeti altına aldı; görüntü sese (göz kulağa) hâkim oldu; alfabe önemini yitirdi, insanlar yazıyı/yazılı belgeyi/kitabı da artık okumuyorlar; sadece okuyanlar direniyor ve düşünüyor, okumayanlar ya maruz kalıyor ya da ‘gönüllü(!)’ adapte oluyor.
Bir dile hâkim olmak o dilde düşünebilmek, o dille düşünce üretebilmektir; o dilde üretilmiş bir düşünce yoksa o dili konuşmanın, o dille okuyup-yazmanın pek bir anlamı da yok, o dille sadece günlük/rutin işlerinizi halledersiniz o kadar.
“İnsan, düşünen bir canlı”ysa içinde düşündüğü dile sahip çıkmalı, o dili korumalıdır; o dil (alfabe değil) kaybolursa o dili konuşan topluluk/millet de kaybolur.
Yeni Cumhuriyet, 1928’de alfabe değiştirince İslâm düşüncesi ile de bağını koparmak için ta “İslâm öncesi Türk dillerine” ulaşmak için çabaladı (Güneş Dil Teorisi) ama oralarda pek bir şey bulamadı, sonra da yönünü batıya döndü.
Yön, istikameti belirler, yolu belirlemez; yol yürününce belli olur. 100 yıldır yönümüz batı, o yöne yürüyoruz ama “Düşünce yapınız tam değişmedi.” diye batı bize “hacı rütbesi” vermiyor: Ya kapısında bekletiyor ya da kovuyor.
Bizse ‘doğru yoldayız.’ diye ısrar etmeye devam ediyoruz.
Aklımız karışık mı çok karışık…