Bizimle İletişime Geçin

Edebiyat

Dirilişin Hikâyeleri-II

EKLENDİ

:

Karakoç’un hikâyeleri, onun sanat ve edebiyat anlayışını en iyi yansıtan eserlerindendir. Biri 1978, diğeri 1982 yıllarında olmak üzere iki hikâye kitabı yayımlamıştır. Bunlar; Hikâyeler I-Meydan Ortaya Çıktığında ve Hikâyeler II-Portreler adlı kitaplardır. Karakoç, hikâyeci olma özelliğiyle ön plana çıkan bir sanatçı değildir. Daha ziyade düşünce adamı veya şairlik vasıflarıyla toplum nezdinde kabul görmüştür. Zaten yazar bu tarihlerden sonra yeni bir hikâye kitabı yayımlamamıştır. Yayımlamış olduğu bu iki kitapta toplam on yedi hikâyesi bulunmaktadır. Karakoç, bu iki hikâye kitabını vefatından yaklaşık kırk yıl öncesinde yazmıştır. Hikâyeleri, oyunları, şiirleri ve düşünce metinleri birbirini besleyen, tamamlayan bir birine bağlı metinlerdir. Hikâyeleri, onun külliyatından kopartılıp ayrı bir zeminde değerlendirildiğinde bu değerlendirme eksik kalacaktır. Her metni ve şiiri gibi hikâyelerinin de her biri diriliş denizine akan birer nehirdir. Hikâyelerindeki atmosfer, kahramanlar, zaman, olay hikâyenin bütün unsurları Diriliş düşüncesini besleyen damarlardır.
Karakoç hikâyelerinin üç ana izleği vardır. Bunlar ölüm, hayat ve yazarın kendisidir. Yazarın kendisi hikâyelerinde iki şekilde vardır. Biri düşünceleri ve savunduğu tezlerle diğeriyse yaşadığı hayat ve hatıralarıyla. Zengin temalarıyla beraber tüm hikâyelerinin odak noktası asıl hayatı işaret etmesidir. Çarpılmış, çökmüş bir dünyanın içinden okuru öze, asıl hayata ve oranın iklimine çağırır.
Meydan Ortaya Çıktığında hikâyesine “Ayağımı sürterek kente doğru geliyorum.” diye başlar. İlk hikâye kitabının ilk cümlesiyle diriliş erinin mücadelesi başlamıştır. “İskeletimle birlikte bir özü taşıyorum. Özümle görüyorum, tutuyor, dokunuyor ve kemiklerimi taşıyorum.”1 Yürüyemediği yerde, yakıcı güneşin altında, özünü kente doğru sürüklediğini söyler. Çünkü meydan onu çağırıyordur. “Dirilişten haberliysen ta meydana çağrılacağın ana kadar, hep uyanacaksın, hep uyandırılacaksın.”2 Hikâyenin kahramanı Ahmet, ölümden kurtulup tekrar savaş meydanına döndükten sonra, yeni yaşamını halkı ayakta tutan binlerce görünmez sütundan biri olarak sürdürür. Kahraman Karakoç’a ne kadar benzemektedir. Mezardan kalkmış, dirilmiştir. Edebiyat tartışmalarını, ev onarmayı, gül koklamayı, büyük kitapçılarda kitap karıştırmayı, saate bakmayı özlemiştir. Kahramanın iç dünyasındaki kırılmalar, çalkantılar ve metafizik gerilmeler hikâye boyunca inişli çıkışlı bir şekilde devam eder. Kahraman dolayısıyla insan, hikâye boyunca dirilişin evrelerini yaşamaktadır. Okur, kahramanın iç sesinden hikâye boyunca dirilişin aşamalarını dinlemektedir.
Karakoç’un kahramanları dünyaya, geçmişe ve geleceğe açılan pencerelerden birlikte bakarlar. O, eskiyle bağı kuvvetli bir yeniyi teklif eder. Ne geçmiş ne de gelecek bize uzaktır. İkisinin ortasında ve ikisine de yakın bir mesafeden seslenir. Geleceği şekillendirmeye, geçmişten geleni düzelterek başlar.  İz hikâyesindeki diriliş eri kimsenin kalmadığı bir kentte, umutsuzluğa düşmeden, yıkılmış evi onarmaktadır. “Evin duvarlarını onarıyordu. Düşen taşları yerine koyuyor, eskiyen tahtaları değiştiriyor, kayan pervazları düzeltiyordu. Ama ev, eski ev olmuyordu bir türlü. Bitmez tükenmez bir yıkım içindeydi ev. O yıkıldıkça adam onarıyordu. Ama onarım, yıkılışı durduramıyordu. Onarım, yıkılıştan geride kalıyordu hep. Evle adam arasında bir inatlaşma sürüp gidiyordu adeta.”3
Birlikte, birden fazla kişiyle omuz omuza bir inşa faaliyeti önerirken diriliş eri o kadar yalnızdır ki yanında başka birisi olmadığından arkadaş olarak kendi gölgesini seçmiştir. “Tek başına bir ev ayakta duramaz. Bitişik yapılmasalar da, yine de, birbirlerine destek olurlar. Nasıl aileler arasında, görünmeyen bağlar varsa, evler arasında da öyle bağlar olsa gerek. Her ev, tek başına ve bahçe içinde de olsa, hepsi yine de, birbirlerine dayanıyor gibi dururlar. Birbirlerine bakmaları, güven sağlıyor olmalı kendilerine. Her biri öbürüyle var oluyor sanki. Tek başına var olmak, evlerin harcı değil.”4
Karakoç’un hikâyelerinde, kent eleştirisi önemli bir yere sahiptir. Karakoç modernleşmeyi, doğadan kopuşu ve en önemlisi de insanın kendinden uzaklaşmasını kent metaforu üzerinden anlatır. “Kentte gölge yoktur. Olanı da hemen kaybolmaya eğilimlidir. Otobüste, pastahanede, evde, yüksek binalar aralığında, her yerde ve her zaman gölgen kaybolur. Durmadan gölgen kaybolur kentte. Tek kalırsın, daha doğrusu yalnız kalırsın. Gölgesiz insan eksiktir. Gölge bizi kabartır, bizi ortaya çıkarır, varlığımıza fon olur. Gölge, latan hale gelmiştir büyük kentte.”5 Kentteki beton yığınları insanın gölgesini oluşturan güneşi engellemektedir. Gölge doğal olanın sembolüdür. Gölgesizlik yazamamanın da sebebidir. “Gölgesiz adam neyi yazacak?”6 Ona göre kentte doğal olana yer yoktur.
Karakoç, Edebiyat Yazıları’nda “Kasaba Edebiyatı”nı önerir. “Küçük şehir veya kasaba, insanı keşfetmek, hatta edebî anlamda icat etmek için ideal bir birikim, geometrideki altın ölçüdür adeta.”7 “Yani kasaba ve küçük şehir edebiyatı, bir nevi, edebiyatların genel şartlar alanı, bir nevi ‘edebiyat demokrasisi’ olabilir.”8 Karakoç’a göre köy edebiyatında kişi adeta yok olmuştur. İnsan köy edebiyatında topluluk fatalizmininin kurbanıdır. Şehir de teknolojisiyle, üretim-tüketim ilişkisiyle insandan uzaklaşmıştır. Orada insana yaklaşmak oldukça zordur. Hem ikisine de uzak hem de ikisine de açılan pencere, kasabada ve metropolleşmemiş küçük şehirde mümkündür. Ona göre yazar, insana en rahat kasabada yaklaşabilir ve orada anlatabilir. Dolayısıyla Karakoç’un kahramanlarının yüzü küçük şehre, kasabaya ve doğaya dönüktür.
Karakoç, hikâyelerinde, güncelden uzak, her devirde insanı ilgilendiren meseleleri merkeze almıştır.  İnsan ruhunun daralan kıvrımlarında dolaşmış, insana nereden yürüyebileceğine dair işaretler bırakmıştır. Suni meseleleri insanı oyalayan, onu düşünmekten alıkoyan meseleler olarak görmüş asıl meseleyi ve asıl hayatı anlatmaya yönelmiştir. Zarifoğlu, Karakoç’un hikâyelerini “Düşündüren Hikâyeler” olarak tanımlar. İz hikâyesini değerlendirirken “Okumaya başlarken düşünmeye başlıyorsunuz.”9 tespiti aslında tüm hikâyeleri için söylenebilecek türden bir tespittir. “Sezai Karakoç’un hikâyeleri de bizi ürkütücü bir dünyaya götürüyor. Okumaktan korkarak okuyoruz. Bir el gırtlağımızı sıkıyor. Ama kurgu romanlardaki dünyaya göre bir farkla, anlıyoruz ve içten içe biliyoruz ki, hikâyelerin bizi götürdüğü dünya, suni ve aşinalık duymadığımız bir dünya değil, tersine kendi dünyamızdır. Bütün insanları, ilişkileri ve şartları ile şu üzerinde bulunduğumuz dünya hem de. Halen yaşamakta olduğumuz ve bin bir umutla sıkı sıkıya sarıldığımız dünyanın ince kabuğunun hemen altındaki bir dünyadır bu. Gözlerden sadece bu kadar uzaktadır. En yakın halimizde, elimizin altında, elbiselerimizin altında, duygu ve düşüncelerimizin ilk tabakalarının
hemen altında var ve yaşamaktadır bu dünya.”10 Karakoç hikâyelerinde bize çok uzaklardan değil, dünyanın ince kabuğunun hemen altındaki dünyayı anlatmaktadır.  Ölü hikâyesinde, kasabaya gelip yerleşen, nereden geldiği bilinmeyen bir adamın ölümü anlatılır. Kasaba sakinlerinin defnetmek için mezara götürdükleri ölü, tam toprağa bırakılırken canlılık emaresi gösterir. “Biraz daha dikkatlice bakınca tabutun üst kapağının hafifçe aralandığı ve iki küçük gözün dönüp durduğu görülüyordu.”11 Ölümün ötesinden bakan bir çift gözün karşısında ahalinin düştüğü durum üst perdenden anlatılır. İnsanların ölümü düşündükleri, mahşer gününün yalnızlığına büründükleri bir anda onları adeta yeniden dirilten bu hareketlilik adeta bir diriliş günü provası gibidir.
Karakoç’un Hikâyeler II Portreler kitabındaki hikâyelerinin tamamı diriliş portrelerinden birer örnektir. Kahramanların sorumluluk bilinçleri, dikkatleri üst seviyededir. Çaresiz değiller çare arayan karakterlerdir. İnsanlık için kendi adamaya hazır portrelerdir. Toplumun görünmeyen ama esaslı dertleriyle dertlenen, çıkış yolları arayan, buldukları çıkış yollarını toplumla paylaşan karakterlerdir. İnsanlar için önemi kalmamış, üstü örtülmüş, unutturulmuş meseleler onlar için asıl meseledir. Öz’e yönelten, insan fıtratını hatırlatan görevleri vardır ve dilleri oldukça şiirseldir.
Dağ adlı hikâyesinde, kentten, meydandan uzaklaşan bir diriliş erinin dağa sığınmasını anlatır. Kentten kaçması insanlardan nefret ettiğinden değil onların şerrinden korunmak içindir. Bir yandan ruhunu dinlendirir bir yandan da ruh dirilişini sağlamaya çalışır. “İşin doğrusu, niçin dağa çıktığını kendisi de kesin bir şekilde bilmiyordu. Belki, sakin düşünmek için. Belki düşünmesine etki yapabilecek bir ortamdan uzaklaşmaktı bu. Çünkü ne kadar çaba göstermişse istediği asgari ruh diriliği ve güvenliğine erişememişti. Suçlar, derisine batan dikenler gibiydi. Ve ruhu hep kanıyordu şehirde.”12 Kahraman hikâye boyunca ruhunun dirilişini sağlamaya çalışır. Hikâyenin sonunda “geri dön” sesleri duymaya başlar kahraman. Mağarasının kapısına kocaman kayalar düşer ve kapı kapanır. Kahramanın dağdaki ruh dirilişi sona erer ve kahraman topluma, şehre döner.
Karakoç diriliş düşüncesini anlatırken hikâyede tahkiye ettiği savaşı ve kendisinin bu savaşta bir diriliş eri olduğunu söyler. “Bir diriliş cephesi bulunduğuna ve kendimin de o cephede bir savaş adamı olduğuma, olmam gerektiğine inanıyorum.”13 Düşünce metinlerinde diriliş düşüncesini bir mücadele alanına ve savaş ortamına benzeten Karakoç, bu alanın atmosferini de hikâyelerinde kurmuştur. Bu nedenle Karakoç’un hikâyeleri diriliş düşüncesinin arka fonunu oluşturur. Düşüncelerinden bağımsız okunduğunda onun hikâyeleri oldukça dağınık, dünyadan olabildiğine kopuk ve mesajdan uzak, yazarın edebi doyumuna hizmet etmek üzere yazılmış fantastik hikâyeler olarak imlenebilir. Oysa onun hikâyeleri, şiiriyle ve düşünce metinleriyle birlikte bir bütünlük içinde okunduğunda hikâyelerin katmanları açılır, yazarın kastının ne olduğu, kurduğu dünyanın neye tekabül ettiği apaçık ortaya çıkar. Onun hikâyelerinin hiç birisi öylesine yazılmış, metafizik boyutu olmayan, soyutlama yoluyla biçimlendirilmemiş hikâyeler değildir. Bir arayış içerisinde olan, kendini ve dünyayı keşfetmeye çalışan kahramanların dirilmek üzere yaptıkları yolculuğu anlatır. Yani diriliş erinin dirilmek üzere yaptığı yolculuğu ve diriliş sitesine giden yolu anlatan hikâyeleridir. Her bir hikâyesi diriliş düşüncesinin farklı boyutlarını açığa çıkaran, insanı özüne çağıran ve onu asıl hayatta tutma gayretinde olan hikâyelerdir.

1 Karakoç, a.g.e., s. 7
2 Karakoç, a.g.e., s. 1110 Zarifoğlu, a.g.e.,  s.81
3 Sezai Karakoç, Hikâyeler I-Meydan ortaya çıktığında. Diriliş Yayınları, İstanbul 1995, s. 48
4 Karakoç, a.g.e., s. 48-49
5 Sezai Karakoç, Hikâyeler II Portreler, Diriliş Yayınları, İstanbul 1988, s. 60
6 Karakoç, a.g.e., s. 60
7 Sezai Karakoç, Edebiyat Yazıları II, Diriliş Yayınları, İstanbul 2007,  s.64
8 Karakoç, a.g.e.,s.65
9 Cahit Zarifoğlu, Zengin Hayaller Peşinde, Beyan Yayınları, İstanbul 1999, s.80
10 Zarifoğlu, a.g.e., s.81
11 Sezai Karakoç, Hikâyeler I-Meydan ortaya çıktığında. Diriliş Yayınları, İstanbul 1995, s. 60
12 Sezai Karakoç, Hikâyeler II Portreler, Diriliş Yayınları, İstanbul 1988, s. 99
13 Sezai Karakoç, Diriliş Neslinin Amentüsü, Diriliş Yayınları İstanbul 2010,  s. 7

Daha Fazla Yükle

Yorum Bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Çok Okunanlar