“Gönül ne kahve ister, ne kahvehane,
Gönül sohbet ister, kahve bahane.”
‘Muhabbetle yenen dayağın bile tadı var’ derler. Buradaki ‘tat’ elbette fiziksel bir lezzet değil, paylaşılan o ânın yüreklerde bıraktığı derin izdir. Nitekim dostlarla yapılan kahvaltının tadı da işte o muhabbetten gelir ve bir başka olur. Doğum yerim olan Göksun’a gidince nereye, kime gideceğimi hiç şaşırmıyorum. Çocukluktan kalma arkadaşım Ümit’in kuyumcu dükkânı hep ilk durağım olur. 2017’nin Ağustos sabahı henüz müşterileri gelmeden benim gibi tatile gelen birkaç kadim dostla Ümit’in hazırladığı sofrada birlikte kahvaltı yapıyoruz. Kahvaltıda bir kuş sütü unutulmuş desem mübalağa sayılmaz. Ne var ki bu sefer Göksun’a gelişim, tatil değil zorunlu bir ziyaret olmuştu. Bir hafta önce, yaşıtım olan Nuh dayım vefat etti. Ondan iki gün sonra da Ömer Amcam vefat etti. Bu sebeple Ümit’e ziyaretim, onun taziye ziyaretlerini saymazsak gecikmiş bir ziyaret oldu.
O tarihte Türkiye Diyanet Vakfı Yurtlar Müdürü olarak çalışıyordum. Kahvaltımız devam ederken merkezden, Hayrî Hizmetler Müdürü Abdullah Bey aradı ve: “Hocam, sizin yurt dışı kurban kesim1 görev talebiniz olmadığını biliyorum. Yurt dışı görevler için de ciddi bir talep var fakat bizim sana ihtiyacımız var. Afrika’nın ucunda, ada ülkesi Madagaskar’da iki yıldır genç arkadaşların acemilikleri sebebiyle büyükelçilikle problem yaşıyoruz. Senin bu konularda tecrüben var. Madagaskar’a görevli olarak gençlerle beraber senin de gitmeni istiyoruz.” deyince hayır demek olmazdı, ben de olur dedim. Seyahat etmeyi hele de farklı bir ülkeye seyahati çok severim. Rabbimiz: “…yeryüzünü şöyle bir gezip dolaşın da peygamberleri yalanlayanların sonu nasıl olmuş bir bakın!”2 buyuruyor. Bir de işin ucunda işe yaramak varsa hay hay derim. “Madagaskar” ismi, kulağıma hep hoş bir tatil beldesi çağrışımı yapmıştır; zihnimde ise o çizgi filmlerin ve lemur maymunlarının vatanı olarak yer etmiştir. Hem de bu siyah kıtayı yakından tanımak için iyi bir fırsat olur diye düşündüm.
THY ile 29 Ağustos gecesi ekiple birlikte güneye doğru uçmaya başladık. On iki saatlik bir yol. Uçağımız bazen alçaktan uçuyor, biz de bu sırada bazı şehirlerin ışıklarını seyredip haritadan neresi olduğunu tahmin etmeye çalışıyorduk. Önce Mauritius Adası’na3 indik ama sadece bu adaya gelenler uçaktan indiler, biz uçakta bekledik. Bir saatlik uçuş sonrası Madagaskar’ın başşehri Antananarivo Havaalanı’ndayız. Havaalanına uçağımız inerken sanki bir köy havaalanına iniyormuşuz zannı oluştu. Gecekondumsu binlerce omuz omuza, kol kola evler. Buralar kenar mahalleler olmakla beraber daha sonra gördük ki şehir merkezi de çok farklı değilmiş.
Buradaki paydaşımız olan vakıf yetkilileri iki araçla havaalanına geldiler, birini bize tahsis ettiler. Ev sahibi olan vakıf başkanı, “Konaklayacağınız otel buraya on beş km, tahminen bir buçuk saatte ulaşırız” deyince hayret etmiştik ama trafik yoğunluğunu görünce hak verdik. Önümüzde eskortluk yapan aracın ön sağ koltuğundaki arkadaş yarı beline kadar camdan çıktı ağzında düdük sürekli çalıyor ve yol istiyordu. Araçların sağı müsaitse sağından solu müsaitse solundan geçiyorduk. Düdük sesini duyan araçlar yol veriyorlardı. Düdük sesi geçiş üstünlüğüne sahip olduğumuzun ifadesiymiş. Yollar çok dar ama araç sayısı yollara oranla çok fazla. Çoğunluğu hurdalıktan firar etmiş araçlar. Başka bir ifadeyle Fransa burayı araç çöplüğü olarak kullanmış.

Dünyanın dördüncü büyük adası olan Madagaskar, güney yarımkürede, Afrika kıtasının doğu kesiminde Hint Okyanusu’nun batı kısmında yer alıyor. Ekvator’a yakın, Hint Okyanusu’nun Güney Afrika kıyılarına yakın kesiminde bir ada devleti. Mozambik Kanalı, ülkeyi Afrika ana kıtası ile birbirinden ayırmaktadır. Üzerindeki bitki ve hayvan türlerinin % 90’ı dünyanın başka hiçbir yerinde bulunmamaktadır. Adanın genelinde görülen ve verimsizliğin bir simgesi olan kırmızı topraklar nedeniyle “Büyük Kırmızı Ada” olarak da anılmaktadır. Madagaskar halkı başlıca on sekiz etnik gruba mensup. Bunların büyük bir bölümü farklı tarihlerde Endonezya’dan, özellikle Sumatra’dan gelen Malay-Endonezya topluluklarına dayanır. Doğu Afrika’dan, Arabistan, Hindistan, Çin ve Komor adalarından gelen halklar da var. Dışarıdan gelenler zamanla birbirlerine karışmış ve melez topluluklar oluşturmuş. 2025 yılı itibariyle adada 32 milyon insan yaşamaktadır, buna yaşamak denirse. Ülkenin resmi dili Malgaşça ile Fransızcadır. Osmanlı, kontrol ettiği ülkelere hizmet götürürken batılılar ise işgal ettikleri ülkelerin tüm zenginliklerini sömürmeye ve insanlarını da köleleştirmeye gayret etmişler. Bunun neticesi olarak gittikleri her yerde kendi dillerini zoraki resmi dil yaptırmışlardır. Fransızlar sömürge sürecinde Arap alfabesini kaldırıp yerine Latin alfabesini yerleştirmişler. Ülke 1960 yılında Fransız sömürgesinden kurtulmuş deniyor ama bunun ispatı mümkün değil. Nüfus % 50 Hristiyan, % 20 Müslüman, % 30 geleneksel inançlara sahip. Müslümanların, adı “Müslüman”; kıyafetlerinden ve yaşam tarzlarından dinlerini anlamak pek mümkün değil, sadece isimleri bize ipucu veriyor. Buradaki Müslümanlarda bilinçli bir dindarlık yok, hoş Hristiyanlarda da yok ya.

Ülkede ciddi manada temiz suya ihtiyaç var. Kırmızı, toprak rengi bir gölcükte helkelerine su alanları, çamaşır yıkayanları ve kıyısında tuvaletini yapanları aynı anda gördük istemsiz olarak. Bu sebeple olsa gerektir ülke içerisinde ishal, hepatit, tifo, sıtma, humma ve kuduz çok sık görülen hastalıklar arasındaymış.
Açlık, yokluk, sefalet ve cehalet hat safhada. Ayakkabı giyebilen ve çoraplı çocuk neredeyse yok, gençler kısmen giyebiliyor. Hindistan’daki fakirliği ve perişanlığı görünce yok artık demiştim. Buraları görünce yok artık demek lüks kaldı. Mazbut ev diyebileceğimiz de çok az bina var. Kurban eti götürdüğüm tek oda bir kulübede anne, baba, dede, nine ve dokuz çocuk birlikte kalmak zorundaydı. Oturarak ancak sığabilirler, nasıl yattıkları ise muamma. Yanımızda çocuklar için götürdüğümüz şekerlerden alabilmek için yetişkin insanların da sıraya girmesi içimizi acıttı.
Sömürgeci beyaz insan, dilenmeyi, istemeyi, avuç açmayı öğretmiş ama ikramı öğretmemiş bu insanlara. Ziyaret ettiğimiz hiçbir yerde su ikram etmek bile akıllarına gelmedi. Empati yapmamızı istediler belki de!
Kurban bayramının birinci günü usulünce kurban kestirmek istedim ama ancak 38 büyükbaş hayvan kesilebilmiş. İkinci gün gençler; “hocam isterseniz siz kurban kesimine müdahil olmayın, değilse kurbanlar elimizde kalacak!” dediler. Haksız da değillerdi hani, ben de ikinci gün geriden seyrettim. Bir futbol sahası kadar alan içinde 150 kadar büyük baş hayvan. Otuz kadar bıçaksız ve beş-altı da bıçaklı genç. Bıçaksızlardan bir grup belgesellerdekine benzer şekilde hayvanın başına aslanların yaptığı gibi çöküp hayvanı yatırıyorlar ve bir bıçaklı gelip boğazını kesiyor. Sonra ikinci, sonra üçüncü, bu şekilde devam ediyor kesim işi. Bu arada sık sık yaralananlar oluyor, onların saha kenarında tedavileri yapılıyor. Torpilli olan bir grup kadın ve çocuk sahanın içindeki tribüne benzer bir binadan bizimle birlikte olanları seyrediyor. İçeriye giremeyen binlerce insan ise ihata duvarının dışında araçların üzerinden olayları izliyor ve bir parça et alabilmeyi güneşin sıcağında umutla bekliyorlar. Burada dağıtım yapılmayacak dediğimiz halde hayvanın sakatatlarından, hatta derisinden olsun bir parça alabilmeyi hayal ettiklerini sonradan öğreniyoruz. İşin doğrusu bizim de bu yaptığımız kurban işi, sömürgeci beyazlardan çok da farklı değil, onlar maddeyi biz de duyguları sömürüyoruz sanki. Et dağıtmamız, onların bağımlılığını artırıyor. Çalışmayı, üretmeyi ve kendilerine yetebilmeyi öğretmemiz lazım diye düşünüyorum.

Üretmeyi, organize çalışmayı, projeler yapmayı, ticareti, hayvancılığı, çiftçiliği, ikramı, ihsanı, paylaşmayı, selamlaşmayı, sanatı, kardeşliği öğretmek için gelmeliyiz buralara. İnsanlar çok aylak, çok tembel. Disiplin yok, sözünde durmak hiç yok. Kuşluk vakti, birazdan geleceğim diyen insan akşama ancak gelebiliyor, bu da dindar olanı güya. Çok zor şartlar altında çalışanlar da yok değil. Belki bir atın çekemeyeceği yüklü arabaları çekenler, tarlalarda sıcak altında sabahtan akşama pirinç tarlalarında çalışanlar, taş kıranlar, ilkel usullerle tuğla yapanlar da az değil. Teknolojik imkânların yüz yıl gerisini kullanıyorlar. Henüz doğmamış bir ülke sanki. Ülkemizde ve Avrupa’da müzede sergilenen 1940-50 model arabalar, burada hizmet vermeye çalışıyor.
Hayvan çok ama et ve süt ürünleri yok denecek kadar az. Hayvanları yetiştirenlerden çok aracılar kaymağını yiyor. Tatil beldesi biliniyor ama hizmet sektörü de çok geri kalmış.
Bir lokantaya gittik, siparişi vermemizin üzerinden bir saat geçmesine rağmen bir kıpırtı olmadı. “Ben çok acıktım, mutfağa gideceğim, ne varsa yiyeceğim” dedim ve gittim. Hayretler içinde kaldım, lüks sayılabilecek bir lokantada hazır olan hiç yemek yoktu. Şaşkınlığımı gizleyemedim, siparişimizi sordum. Hayret verici bir cevap .”Görevliyi çarşıya gönderdik, sizin siparişler için malzeme alıp gelecek, biz de burada pişirip size ikram edeceğiz” dediler. Mübalağa olmasın bir öğle yemeği için üç saat kadar bekledik.

Partnerimiz Nasuriddin çok iyi Arapça ve Fransızca konuşuyor; ne var ki disiplin yok, usul yok. Saat 10.00 civarı “gideyim size yemek alıp geleyim” dedi. Biz de öğle yemeği getirecek diye ümitlenmiştik. Hadi biz neyse, kan ter içinde çalışan adamlar var. Nasuriddin, yemeği akşam getirdi. Özür yok, mazeret beyanı yok. Çok normalmiş buralar için. Niçin geri kaldıkları çok net anlaşılıyor.
Üçüncü gün kurban kesimi için 1.100 km uzaklıkta başka bir şehre gittik, gitmeye çalıştık demeliyim belki. Yollar çok kötü ve çok dar. Gecenin bir yarısı yolu eşkıyalar kesmiş diye haber geldi, geri döndük. Yanımızda ücretle tuttuğumuz üç silahlı güvenlik görevlisi olduğu halde riske girmek istemedik. İki saatlik bekleyişten sonra yol açıldı haberiyle tekrar devam ettik.
Sabah güneşiyle ulaştığımız Fianarantsoa şehrini çok sevdim. ‘İyi şeylerin öğrenildiği şehir’ anlamına geliyormuş. Başkente bakarak daha şehir ruhu olan özel bir şehirdi burası. İşimizi bitirip akşam tekrar başkente dönüyoruz.
Gecenin her saatinde yollarda insanlar görüyorsunuz. Vasıtası ve vasıtaya verecek parası olmayanlar uzun mesafeleri yürüyerek gidiyorlar. Üstelik de birçoğu ayakkabısız yürüyor. Ayrıca keyifzâdeler ve evsizler koalisyonu da geceleri yalnız bırakmıyorlar.
Dördüncü gün az da olsa kısa bir dinlenmeyi hak ettiğimizi düşünüyor, Hint Okyanusu’nun kıyısında deniz keyfi yapıyoruz.
Pazarlarda satılan fitilli teneke kandilleri, ikinci el satılan kırış kırış konfeksiyon ürünlerini, turistlerin muhtemelen vereceği küçük bir çikolata veya üç kuruş için araçların arkasından koşan ve tüm olumsuzluklara rağmen samimi gülücüklü çocukları, çaresiz insanları geri bırakarak ve adanın yeniden doğuşunu ümit ederek, daha hayırlı projelerle dönmeye niyet ederek Madagaskar’a veda ediyoruz.
Dipnot:
- 2017 yılında Türkiye Diyanet Vakfı, yurt dışında paydaş hayır kurumları vasıtasıyla iki yüz bini aşkın vekâletle kurban kesiyordu. 2025 yılında vekâletle kesilen kurban hisse sayısı, tdv.org internet sayfasında 898 bin 450 olarak gözüküyor.
- Âli İmran suresi, ayet: 137.
- Mauritius, Hint Okyanusu’nda Afrika anakarasının yaklaşık 2000 km açığında bir ada ülkesidir. Afrika’nın güneydoğusunda, Madagaskar’ın doğusunda yer almaktadır.
