Bizimle İletişime Geçin

Edebiyat

Drama Köprüsü’nde Bir Hasan

Kahvenin söze başlamak için geleneğin kapısında durması boşuna değildir. Beni sözün endamını görmeye çağırırdı bu kapıda. Söz, kavrayıcı iklimini Agoradaymışım gibi salmış olurdu üzerime. Kiliselerin çan sesleri ve girişlerinde yakılan mumlar, önünden geçerken haç çıkarmalar, çarmıhtaki İsa’ya kimin acısını omuzladığını sormamı sağlardı.

EKLENDİ

:

(Gümülcine tren istasyonu)

Beş Şehir’de Bursa’yı anlatırken “Bursa’da Zaman” başlığını seçer Tanpınar. Aynı başlığı taşıyan şiiri bütün bir Balkan coğrafyasının çığlığı gibidir. Eski camisiyle çınar ağaçlarının dallarında eleyip durmasıyla zamanı…

“Bursa’da bir eski cami avlusu,

Onunla bir yaşta ihtiyar çınar

Eliyor dört yana sakin bir günü,

Aynı kaynaktan beslenerek akan çeşmelerinin söylediği türkülerle Batı Trakya şehirlerini adeta kardeş kılar Bursa’da Zaman.

Gümülcine kan bağıyla, geçmişi ve geleceği ile bağlıdır Bursa’ya. Bu iki şehir düşlerinde kurar kutsal kardeşliği. Anadolu Gümülcine’yi umudun kolları gibi kavrar asırlardır. Rumeli türkülerinin o ağırdan alıp belli bir ritimle hızlanması gibi kumruların ötüşleri birbirine karışarak sese ve soluğa bürünüyor bu topraklarda.

Tanpınar’ın Beş Şehir’i, Dickens ‘in İki Şehrin Hikâyesi gibi eserlerinde ayak bastığımız her şehrin kendi ruh coğrafyamızda oluşturduğu izlekler yaşadığımız yere tekrar bakmayı ve görmeği emreder. Akademik bir kaygı içerinde yazılmış her yazının belirli beklentiler içermesi, konusu şehir olunca onun ruhunu inciten izler bırakacaktır. Bu yüzden akademik üsluptan uzak duracağım.

Bir seyyah gözüyle de bakmak istediğim için ilkin çıkmaz sokaklarına girip huzurun iklimine teslim olmalıyım. Çıkmaz sokak önce güven demek . Bu şehre nüfuz etmem için bazı kapılardan girerek, çıkmaz sokağın birbirine sokulan evlerinin inatla ayakta kalışının hikâyesine kulak kabartmalıyım.

Benimle yürüseniz Kırmahalle’de, Harmanlık’ta ve Mastanlı’da; evlerin sırt sırta verip kendi emniyetini duyargalarına işleyen güven duygusuyla sağladığını görürsünüz. Samimiyetinizin karşılığını bu sokaklara açılan evlerin kapılarından alırsınız. Kireç badanalı evlerin kırmızı tuğladan duvarlarının arkasında yükselen zeytin ve incir ağaçları ile duvarların dışında onları koruyan asırlık çınar ağaçları vardır. İncirin ve zeytinin sunduğu yemişlere uzanan eller, kırdıkları tütünü güneşte kurutmaya çalışırken kavrulmuş, benek benek olmuştur.

Bu evlerin kapılarını aşmak için başımızı eğip kibrimizden bir nebze olsun arınarak içeri girince ve uzun bir avluda yürüyünce geleneğin bütün damarlarına işlediği, yüzündeki anlamın derinliğini, gözlerinin saçtığı umudun ışığında eski kuşağın devlet anası ile karşılaşırsınız. Değerlerimizi nasıl da taşıyarak getirmiştir günümüze binbir zahmetle. Bu kadın, ana ile vatanı birleştiren devasa bir haritayı serer önünüze.

Umutla bekleyendir O. Poş Poş Köprüsünün yarısı yıkılmış yanıdır. Fethiye’ye ve yavrusuna ağıt yakandır. Yaka’ya dizilmiş köyleri Sendelli’de bir türküyle çayın sularına can veren de odur.

Poş-Poş köprüsünü seller mi aldı

Fethiye’nin yavrusunu eller mi aldı

Gelme annem kum içindeyim

Sen beni bilemezsin kan içindeyim

 

Ben ne ettim ne ettim teyzeme gittim

Teyzemden gelir iken can telef ettim

Gelme annem gelme kum içindeyim

Sen beni bilemezsin kan içindeyim

Drina Köprüsü’nün İvo Andriç’e söylettiği türküyü Drama da Hasan’ın dilinden söyler. Refik Halit Karay’ın Eskici adlı hikâyesindeki Hasan ile aynı kaderi paylaşıyor Drama’nın Hasan’ı. Beş yaşlarında Anayurdundan koparılan Hasan, Filistin’in ücra kasabalarından birine gönderilir. Bu iki Hasan’ın da yolculuğudur. Küçük Hasan ana dilinden uzaklaştıkça yetim ve öksüz olduğunu gırtlağında büyüyen harflerle duyumsar. Eskici ile karşılaşınca aslında Drama’nın Hasan’ı ile kucaklaşacaktır. Küçük Hasan’ın İstanbul’dan başlayan hikâyesi, eskici ile karşılaşması da ana dilimizin Drama Köprüsündeki yolculuğudur adeta. Ne zor bir yolculuktur bu.

Eskicinin kunduraları tamir ederken avurduna attığı çivileri görünce aylardır boğazında düğümlenen,  ana diliyle sordu Hasan:

– Çiviler ağzına batmaz mı senin?

Eskici başını hayretle işinden kaldırdı. Uzun uzun Hasan’ın yüzüne baktı.

– Türk çocuğu musun bee?

Çiviler ağzına batmaz mı diyen küçük Hasan’ın ana dilinden, anayurdundan yoksun kalışı kimin yüreğine saplanmaz ki mıh gibi!

Bu çiviler Mustafa Aga’nın Sobacılar Çarşısı’nda bulunan dükkânına götürdü beni. Eleklerin kenarlarını tutturmak için birkaç çiviyi dudaklarının kenarında tutar, çivileri dudaklarından tek tek alıp oval tahta parçasına teli çakardı. Azınlık kelimesinin küçük Hasan’ın kursağında büyüyen harfler gibi büyüdüğünü görürdüm bu küçük sobacı dükkânının eğri büğrü toprak zemininde.

– Azınlık demek küçük Hasan’ın yoksunluğunda ne varsa oydu. Bütün imkânsızlıklar bu kelimenin ifade gücüyle yüzlere yansırdı.

Geleneği üç kuşak sürdüren Mustafa Aga eleği yaparken gönlünden yüzüne yansıyan üç kuşağın hatırasını eleğin tellerine işliyordu adeta. Mustafa Aga ile sohbete oturan herkes konuşmanın da susmanın da erdemine vakıf olmalıdır. Bilinir ki sustuğumuz zaman kızanı Alperen bu sessiz anlara uzaklardan anavatandan türkülerle eşlik edecektir.

Üç yıldır her gün Anadolu’nun kapısından girer gibi girdiğim iki katlı mektep binası kapısının üzerinde Abdülhamid’in hatırasını yâd eden kocaman tuğrasıyla şehrin kalesi gibidir İdadiye, ilk mekteptir burda. Ortada kocaman şadırvanı ve çeşmelerinden akan suların selameti ile karşılıyor beni her gün. Okulun alnındaki bu tuğra sadece okulun değil bütün Trakya’nın bağrında bir muska gibi durur. Talebeler bahçesindeki zeytin ağaçlarının altında cıvıldaşıp oynarlar. Şadırvanında sular şakırdar, minik eller avuç avuç yudumlar.

Çarşılarında gezerken bulurdum kendimi. Tek katlı dükkanların dizi dizi sıralandığı Arnavut kaldırımlarının, asmaların ve sarmaşıkların gölgesinde serinlediği yerlerde soluklanırdım. Özellikle kahve satan dükkânların önünde sırada beklerken bulurdum kendimi. Kahve ve insan diye başlanacak her söz sanki ilkin buradan terennüm edilerek paket paket doldurulurdu.

Katerina ile Eleni bu kahve satıcısından alırdı kahvesini. Fatma Ali,kahveci  dükkânının önünde beklerken vitrin camında dağılan saçlarına başka başka şekiller verirdi.

– Kavala kurabiyesi de almak istiyorum derdi bir başkası.

Saat kulesinin ve Yeni Cami’nin gölgesinde bu kahve dükkânının yaydığı koku dükkân sahibini, müşterilerini mest ederdi. Çok iyi Yunanca bilmesem de bu kahve kokusu zihnimde yer açarak kulağıma konan kelimelere ikramda bulunurdu.

Kahvenin söze başlamak için geleneğin kapısında durması boşuna değildir. Beni sözün endamını görmeye çağırırdı bu kapıda. Söz, kavrayıcı iklimini Agoradaymışım gibi salmış olurdu üzerime. Kiliselerin çan sesleri ve girişlerinde yakılan mumlar, önünden geçerken haç çıkarmalar, çarmıhtaki İsa’ya kimin acısını omuzladığını sormamı sağlardı.

Evine misafir olduğum İlknur Halil Hanımefendi ve Rıdvan Bey özverinin ve   kadim geleneğin getirdiklerini sofrasında ikram ederken aslında Batı Trakya Geleneksel Türk Yemekleri adlı kitapta derlediği bu sofranın bereketini, Balkan’ın rüzgarıyla Anadolu’nun içlerine serpiştirdiğini biliyordu. Bahtiyar olunuz.

Balkanların eteklerini sessiz köyler bekler adeta. Bu köyler sessizliğin hayranlığını dışa vuruyor gibiydi hep. Herhangi bir Balkan köyünden Uludağ’ı, Yıldız ve Istrancaları görme lüksünü kendime hasrederek bakardım.

Bu bakışlarla Olimpos Dağı’nın çocuklarını, İlyada ve Odysseia’yi babaları Homeros ile buluştururdum. Aniden bir ses duyardım Aristotales’ten. Kendimi ikna etmem gerektiğinde Aristotales’e dönerdim. Bu sese doğru yöneldim. Arap coğrafyasında ilk öğretmen demişlerdi ona. Kant’ın da işaret ettiği şeye, yani mantığa ve onun kurucusuna dair bir ses… Dil, anlam ve gerçeklik hakkında… Duyduğum sese doğru sordum.

Doğa nedir? Fizik ve Metafizik?

Olimpos Dağının doğa üzerine söylediği şeyleri büyük bir içtenlikle dinledim.

Ethos kişiliğin ve karakterin, Pathos duyguların, Logos ise mantığındır; ondan söze ulaşırsın çocuk diyordu. Önce söz vardı dedi.

Sonra düşün, düşüncenin, şiirin ve romanın esintisine bıraktım kendimi. Her gün aynı simaları gördüğüm bu geniş meydanda (benim için agora) Kazancakis’in  Zorba’sını düşünürdüm. Hugo’nun Jan Veljean’ı Kavafis’in İtake’sinde Madlen Baba’ya dönüşürdü. Don Kişot’u dinleye dinleye   bu meydanda yazdım dazlak mütercimin hikâyesini. Düşsel yolculuk, mütercimi görünce sona ererdi.

İki dilin birbirine kelimeler alıp verdiği bu meydandayım yine. İhtiyar bir çift karşımdaki bankta oturmuş Gürcü waffle ustasının sacın üzerine hamuru yayışını izliyorlardı. Ben masada duran kitaba bakıyorum. Bakeş (Batı Trakya Azınlığı Kültür ve Eğitim Şirketi) tarafından tercüme ettirilen bir araştırma kitabı… Başlığı dikkatimi çekti: “Trakya Tehdit Altında.Hristos İliadis’in Gizli Yazışmaları” başlığını attığı bu arşiv araştırmasının kapağında bir okul binası var. Okul binasının üzerinde önceden Türkçe, İskeçe Türk İlkokulu yazısı bulunmaktaymış. Kurumlarda ve sivil toplum kuruluşlarında Türk adını ancak arşivlerde görebiliriz artık. Tabii daha sonra bu kitapla ilgili bir nazire kaleme alınabilir.

Yine aynı meydandayım Kılıç Park’a doğru gidiyoruz, birden yanımdaki arkadaşıma  “Buradan Serez kaç kilometre acaba?”  diye sordum. Serez’e doğru bakınca Şeyh Bedreddin’i ve Nazım Hikmet’in destanını görürdüm Esnaf çarşısında dolaşırken.

“Yağmur çiseliyor,

Serez’in esnaf çarşısında,

bir bakırcı dükkânının karşısında

Bedreddin’im bir ağaca asılı.

Yağmur çiseliyor.

Gecenin geç ve yıldızsız bir saatidir.

Ve yağmurda ıslanan

yapraksız bir dalda sallanan şeyhimin

çırılçıplak etidir.

Yağmur çiseliyor.

Serez çarşısı dilsiz,

Serez çarşısı kör.”

Kasabaya dönen bedenim, ruhumu Serez’de bırakmıştı. Kasabanın bir yüzü neden bu kadar mahzun ve neden bunu sadece ben duyumsuyorum?

Saçları saman sarısı bu göçmen kızların

Ürkek bir ceylana dönüşmesi neden?

Şehir uykusunu ikindi vakti gelince yayar her yere. Bu hâl (siesta) öyle sarıp sarmalar ki adeta kundaklayıp sessizliğe gömülürsünüz. Akşamın gelişi ile yeniden uyanıp günün ikinci hayatına başlarsınız. Şimdi ben de öyleyim. Tılsımlı bir uyuşma hâline teslim olmuştum. Kuşlar susar. Köpekler kaldırımlarda bu sessizliğe derin bir mahmurlukla katılırdı.

İnsan yaşadığı yere benzer; diyen şaire bir selam duruyorum böylece.

Ezanlar şehrin bu ürkek yüzüne esenlik bildirisi gibi gelirdi, Ege’nin serin sularına karışarak. Balkanların sarı saçlı mavi gözlü kızanları ve kızçeleri doğuya dönseler ezan, batıya dönseler çan sesleri yalardı yüzlerini.

Tanpınar’ın Eski Cami’si Bursa’da olsa da bu kasabanın meydanlarını süsleyen Eski Cami ve Yeni Cami aynı mısralarla yâd edilmeyi hak eder. Evliya Çelebi’nin söylediği üzere 1600’lü yıllarda yapılmış olmalarının yanı sıra yenilik bağlamında Eski Cami daha sonra yapılmıştır. Eski Cami’ye sırtınızı yaslayınca Yeni Cami’nin sütunlarına yansıyan Gazi Evrenos’u hemen yanında duruyor görürsünüz.

İşte şimdi yaşamaya ve yazmaya yeltendiğim bu şehre nüfuz edebildim mi diye soruyorum kendime. Bir şehre nüfuz etmek için ilkin büyüklerden destur almak gerekmez mi?

Sadık Ahmet bu büyük düşüncenin örgüsünü nakşetmiş zihinlere. Türk kimliği ile var olmanın davası Sadık Ahmet demektir. Rahmetle anıyorum.

 

Siz yaşadığınız şehre ya da girdiğiniz bir şehre hemen nüfuz edebiliyor musunuz? Nerden başlayacağınızı biliyorsunuz neden mümkün olmasın?

Eksik yanlarımı onarması için sığındığım her şehir gibi burası da bana kendini açmaktan imtina etmişti. Peçesini kaldırmaya çalıştığımda ürkek bir yüzle karşılaştığımı söylemiştim.

Oysa ikimizde aynada görüyorduk kendi körlüğümüzü.

Daha Fazla Yükle

Yorum Bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Çok Okunanlar