Dünden Bugüne’de bu ay bir şiir, bir deneme var. Şiir Özbek Edebiyatının önemli şairlerinden Ali Şîr Nevâî’nin ‘YOK’ redifli gazeli. Şairin ilahî aşk bağlamında kaleme aldığı şiirde duygusal yoğunluk yaşanmakta. Üzerinde yeşillik bulunmayan kara toprak ile gönlünde iman bulunmayan birinin benzerliğini ortaya koyuyor. Denemeyse Metin Münir Bey’e ait. 25 Şubat 2012’de Milliyet gazetesinde yayımlanan ‘Ne Az, Ne Çok’ ise Sünnetullah’ın tabiattaki yansımasına siklamenler üzerinden işaret ediyor. İnsanoğlu acaba ne zaman ‘Ne Az, Ne Çok’un idrakinde olacak? Soru hepimize…
– GAZEL –
Ali Şîr Nevâî (9 Şubat 1441-3 Ocak 1501, Herat – Afganistan)
Yâr-dın ayrı könül mülki dürür sultânı yok
Mülk kim sultânı yok cismi dürür kim cânı yok
(Yârdan ayrı gönül, sultansız bir ülke gibidir; bir ülke ki sultanı yoktur, bu ülke cansız bir cisme benzer.)
Cism-din cânsız ni hâsıl ey müselmânlar kim ol
Bir kara tofrak dik dür kim gül ü reyhânı yok
(Cansız cisimden ne çıkar? Ey Müslümanlar, böyle bir cisim, gülü ve fesleğeni olmayan bir kara topraktan başka nedir?)
Bir kara tofrak kim yoktur gül ü reyhân ana
Ol karangu kiçe dik dür kim meh-i tâbânı yok
(Gülü ve fesleğeni olmayan bir kara toprak ise, parlak aydan mahrum, karanlık bir gece gibidir.)
Ol karangu kiçe kim yoktur meh-i tâbân ana
Zulmeti dür kim anın ser-çeşme-i hayvânı yok
(Bir karanlık gece ki onda o parlak ay yoktur, bu bir karanlıklar ülkesidir ki onda hayat kaynağı yoktur.)
Zulmeti kim Çeşme-i Hayvânı anın bolmagay
Dûzahi dür kim yanı-da Ravza-i Rıdvânı yok
(Bir karanlıklar ülkesi ki onda hayat kaynağı yoktur, o bir cehennemdir ki yanında cenneti yoktur.)
Dûzahi kim Ravzâ-i Rıdvân-dın olgay nâ-ümîd
Bir humârî dür kim anda mestlik imkânı yok
(Bir cehennem ki onda cennet ümidi yoktur; bu öyle bir içkinin verdiği baş ağrısıdır ki onda sarhoşluk imkânı yoktur.)
Ey Nevâî bar ana mundak ukûbetler ki bar
Hecr-din derdi vü lîkîn vasl-dın dermânı yok
(Ey Nevâî ayrılıktan derdi olan fakat vuslat gibi bir dermanı olmayan bir insana bunun gibi (daha çok) azaplar vardır.)
– Ne Az Ne Çok –
Metin Münir
Bahçemde düzinelerce yabani siklamen var. Güneye bakan hududu seviyorlar, en çok. Ağaçların altında, taşların arasında, taş duvarların deliklerinde, Gönyeli mermerlerinin boşluklarında büyüyorlar. Ve bulundukları yere göre şekil alıyorlar. En çok ilgimi çeken bu…
Normal bir siklamenin yaprağı başparmağınızla işaret parmağınızı birleştirdiğinizde meydana gelen yuvarlak kadardır, aşağı yukarı. Yaprağın sapı bir-iki santim yüksekliğindedir. Siklamen çiçeğinin sapı ise topraktan altı yedi santim yükselir, mahalleye yukarıdan bakan minare gibi. Ama doğada “normal” siklamen yoktur. Siklamene şeklini güneş verir. Bulunduğu yerden güneşe kolay ulaşabiliyorsa, yani açıkta ise, çok yaprak açar ve yapraklar küçük, sapları kısa olur. Eğer çok kuytu bir yerdeyse siklamen, küçük bir tabak kadar büyük, bir, iki veya üç yaprak açar.
Bahçedeki taş merdivenlerden birinin köşesinde, bir iris çokumunun arasından çıkan bir siklamen var. Onun sapları neredeyse yarım metre uzunluğunda. Güneşin bulunduğu yere ulaşmak için irislerden uzun olması gerek. Bu nedenle bu kadar uzun bir sap çıkarması gerekti siklamen yumrusunun. Demek ki siklamenin yapraklarının büyüklüğünü tayin eden bulunduğu yerde elde edebildiği güneştir.
Yeşil bitkiler sadece ışıkta gıda üretebilirler. Güneşten enerji alırlar ve onu kullanarak karbon dioksit ve suyu gıdaya çevirerek büyürler. Bu sürecin adı fotosentezdir. Altı su molekülü artı altı karbondioksit molekülü; bir molekül şeker ve altı molekül oksijen yaratır. Şekeri bitki kullanır, oksijeni biz ve diğerleri. Bitki, gıda üretirken, yapraklarını güneş toplayıcısı olarak kullanır. Bu nedenledir ki, siklamen, olağanüstü bir titizlikle, alabileceği güneş ışığını ölçer ve ona göre yaprak açar. Bu alışverişte olağanüstü bir ekonomi var. Siklamen güneşten sadece ihtiyacı olan ışığı alacak. Ne fazla, ne az. Güneşte yaşayan siklamen de gölgede yaşayan kadar dev yaprak çıkarma gücüne sahiptir ama yapmaz. İçinde bunu yapmasını önleyen şaşmaz bir ölçü var.
Ağaçların yanında, ayaklarımın yarattığı patikalarda yürür ve siklamenlerin gelişimini izlerken şunu düşünüyorum. Sadece siklamen değil… Malum korkunç yaratık dışında, varlıktaki bütün canlılarda böyle bir ölçü var. Hepsi, kâinatın kurduğu sofradan sadece ihtiyacı olanını alır. Ne bir milim az, ne bir milim fazla. Düzen böyle kuruldu çünkü dünyanın kaynakları kısıtlıdır, ancak her yaratık sadece ihtiyacı kadarını alırsa hem çokluk hem bolluk olur. Dünyada her şey birbirine bağlıdır. Her şey bir bütünün parçasıdır. Bunu anlamayana dünyada yer yoktur.
(Milliyet, 25 Şubat 2012)
Metin Münir (Lefkoşa 1944)