Bizimle İletişime Geçin

Edebiyat

Dünden Bugüne-4

EKLENDİ

:

Hoş geldin hicrî 1444 yılının Ramazan-ı Şerîf’i! Hoş geldin miladî 2023 yılının Oruç Ayı! Hoş geldin Müslümanları yeni bir heyecanla Kur’an-ı Kerim’le buluşturan On Bir Ayın Sultanı! Hoş geldin Müslümanların yemesine ve içmesine yeni düzen katarak onları cömertleştiren İftar ve Sahur Ayı! Hoş geldin daha bir bilinçle namazını eda etme hassasiyeti veren Teravih Ayı! Hoş geldin Allah’a kulluk ve Hz. Muhammed’e ümmetlik bilinciyle hareket eden Müslümanlara ihsan vesilesi kılan Yaratılış (Fıtır) Sadakası Ayı! Hoş geldin Müslümanlara birlik ve tefekkür imkânı veren Ramazan Ayı!

 

Dünden Bugüne de bu ay, edebiyatımızın önemli ismi merhume Sâmiha Ayverdi’yi ağırlayacağız nasipse. 25 Kasım 1905’te İstanbul’da dünyaya gelen Sâmiha Ayverdi Hanımefendi, 22 Mart 1993’te Hakk’a yürüdü. İstanbul’da Merkez Efendi Haziresine defnedildi. Türkçenin Hanımefendisi Sâmiha Ayverdi sekiz roman, bir hikâye, üç mensur şiir, on iki hatırat, dört düşünce, iki biyografi, birer otobiyografi, seyahat ve portre, iki deneme, üç makale ve iki mektup olmak üzere kırk eser bırakmıştır sevenlerine. İbrahim Efendi Konağı adlı hatıratının Ramazan ve İbrahim Efendi Konağı başlıklı bölümünden bir demeti sizinle paylaşıyoruz.

 

RAMAZAN VE İBRAHİM EFENDİ KONAĞI

Sâmiha Ayverdi

(…)

Nihayet ramazan gelir, oruç ayının ilk gecesi ile beraber teravih, iftarlar ve dolayısıyla eğlenceler de başlamış olurdu.

Ramazanda zengin, orta halli hatta fakir, herkesin kapısı ve sofrası herkese açıktı. Akraba ve yakın dostlar arasında, davetsiz olarak iftara gitmek, bir saygı ve nezaket kaidesi idi. Buna mukabil akrabalık, ahbaplık ve komşuluk münasebetleri gereğince yapılan iftar davetleri de gene, davet edilene karşı davet edenin alaka, itibar ve saygısının bir nişânesi demekti. Onun için bir yandan eşi dostu, hısımı akrabayı ağırlamak, bir yandan fakiri fukarayı kollamak için kurulan iftar sofraları Kadir Gecesi’ne kadar devam eder ve böylece otuz ramazan İstanbullu’nun kapısı açık bulunurdu.

İftara yarım saat kala, evlerin içinde sessiz ve sabırsız bir telaş başlardı. Yüzler ruhanîleşip hafifçe solar, her zamankinden daha anlayışlı daha mülayim olurdu. Hatta tiryakilerin abus ve kavgacı çehrelerinde bile bir îmânın felsefesini okumak mümkündü.

İftar sofralarının en cazip tarafları şüphesiz ki iftarlıklardı. Küçük küçük kahvaltı tabakları içinde renk renk, çeşit çeşit reçeller, türlü türlü peynirler, zeytinler, sucuklar, pastırmalar, susamlı susamsız simitler, ramazan sofralarının değişmez çizgilerindendi.

Çerez faslı bittikten sonra iftarlıklar toplanır, keyfe göre bir veya bir kaç türlü çorbadan, isteyen istediğini alır, bu iş de tamam olduktan sonra kıymalı ve pastırmalı yumurta tepsisi ortaya gelirdi. Fakat yalnız iftarlıkla bile doyulabilecekken, yumurtadan sonra etler, sebzeler, börek, tatlı ve meyveler, sırasıyla konup kalkardı. Oldu olası mutfağı ile damağı arasında sıkı bir münasebet kurmuş olan bu ecdâd mirası boğaz düşkünlüğü, bilhassa ramazan aylarında alabildiğine at koşturur, mevsimine göre değişen oruç saatlerinin açlığını, nakil gibi donattığı sofralarla karşılardı.

Hele iftar sofralarından kalkıp da ağırlaşan vücutlar bir kenara çekilince, tütünle kahve, bu donuklaşmış kafalara ve yükünü tutmuş midelere deva gibi gelirdi.

Ammâ fazla gevşeyip oturacak, yârenliğe dalıp işi uzatacak vakit de pek olamazdı. Zira yatsı ezanı okunur okunmaz, abdestler tazelenir ve teravih hazırlığı başlardı. Bazıları camilere gider, bazıları da namazlarını evlerde yalnız veya cemaatle kılarlardı.

Eski insanlar namazlarını vaktinde ve bilhassa cemaatle kılmaya dikkat ve itina gösterirlerdi. Cami, kalabalıkların en kolay ve en samimî bağlarla sosyalleşebildikleri ve kendi aralarında bir âşinalık alışverişi edip manevî bir köprü kurdukları bir mahaldi. Öyle ki, insanoğlu kendi kendini madde âleminin günlük boğuntusundan, iş gibi yemek içmek, uyku gibi mekanik esaretinden bir manevî istiklal bölgesinin huzur ve emniyetine atmak suretiyle hürriyete iltica ederdi.

Namazdaki teslimiyet, kulun kendini inkâr etmesi veya nefyeylemesi değil; belki bindiği gemi batarken, ya da ateş hattında kurşunlar tepesinden yağarken dahi onu, rahatlıkla Hakk’ın huzurunda tutabilen hudutsuz kudretti.

Ramazan ayında İstanbul’un hemen her konağının bir köşesi, bir çeşit mescit haline konurdu. Otuz ramazan, teravih kıldırmak üzere güzel sesli bir imam tutulur ve konak halkından başka, civardan isteyen herkes, camiye gidecekleri yerde buraya gelebilirlerdi.

İbrahim Efendi’nin konağı da gelenek îcabı bu teamüle uygun hareket ederek, selâmlığın büyük salonunu teravih namazına tahsis ederdi. Hareme geçen mabeyn kapılarının önüne birer paravana nur ve her iki salona da sırma, kasnak, anavata, dival işlemeli ipek arakiye ve yazma seccadeler serilirdi. Her iki rekâtta salavat getiren güzel sesli müezzinler ve ilahîcilerin de iştirakiyle sabadan, bestenigârdan, hicaz ve acemaşirandan ilahîler okunur mağfiretayının bu toplu ibadeti ile yürekler yumuşar, bir hafiflik, bir huzur ufkuna doğru kayan gönüller, iyilik kabülüne ve güzellik zuhüruna elverişli bir zemin haline gelirdi.

(…)”

İbrahim Efendi Konağı, Sâmiha Ayverdi, Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul 1999, s. 104-107.

 

Daha Fazla Yükle

Yorum Bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Çok Okunanlar

Pin It on Pinterest