Bizimle İletişime Geçin

Dünden Bugüne

Neyzen

“Kahvelerin önünden geçen bir yabancıyı oradaki müşteriler selamladılar ve ona kahve ikram ettiler. Yabancı cebinden bir şah neyi çekerek neye ses verdi.”

EKLENDİ

:

                                                                                                                                                ARALIK 2022 

Dünden Bugüne’de bu ay Halikarnas Balıkçısı adıyla tanınan Musa Cevat Şakir Kabağaçlı’nın “Neyzen” adlı öyküsü var. 17 Nisan 1890-13 Ekim 1973 yılları arasında eserler veren yazar, edebiyatımızda öykü, roman ve denemeleriyle temayüz etmiştir. “Mavi Sürgün”, Kabaağaçlı’nın otobiyografik özellikler taşıyan romanıdır.

Resimli Hafta dergisinin 13 Nisan 1925 tarihli sayısında yayımlanan “Hapishanede İdama Mahkûm Olanlar Bile Bile Asılmaya Nasıl Giderler?” başlıklı yazısı yüzünden İstanbul İstiklal Mahkemesi tarafından yargılanan yazar, “Memlekette isyan bulunduğu sırada, askeri isyana teşvik edici yazı yazmak”tan suçlu bulundu. Yıllar sonra Bodrum’a olan aşkı ile tanınacak yazarın Bodrum’a ilk gelişi, İstiklal Mahkemesi’ni kendisini üç yıl kalebentlik cezası alarak Bodrum’a sürgün etmesiyle oldu.

Kabaağaçlı, cezasını tamamladığı 1928’de kendi arzusuyla tekrar Bodrum’a dönerek, 1947’ye kadar burada yaşadı. Bu dönemde Anadolu’daki İslam öncesi uygarlıkları öne çıkarmaya çalıştı. Bu dönemden sonra kentin antik dönemlerdeki adı Halikarnassos’tan dolayı “Halikarnas Balıkçısı” takma adıyla eserlerini yazmaya başlayan yazar, yurt dışından tohum ve fidan getirerek Bodrum’un güzelleşmesi için büyük bir çaba harcadı.

Halikarnas Balıkçısı’nın “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek” adlı öykü kitabında yayımlanan “Neyzen”, ilk defa 1957 yılında “Gülen Ada” adlı öykü kitabına girmiştir. Neyzen Tevfik’in şahsında ney ve neyzeni anlatır yoğun bir duyarlılıkla.

Sizleri bilgisayarınızdan bir ney dinletisi açmaya ve Neyzen’i ney eşliğinde okumaya davet ediyorum. Allah’a emanet olunuz.

NEYZEN

Musa Cevat Şakir Kabaağaçlı

(Halikarnas Balıkçısı)

 

            Bodrum’un hemen hemen gölge salmayan o pür-ışık[1] havasında yağızlaşan kara kuru bir çocuktu. Adı Tevfik’ti. Arşipel’in[2] okşadığı o yumuşak kumsallarda, çıplak ayaklarıyla koşarak suları çınlatır, kırnap[3] ucuna bağlı, kürek tahtası, oyuncak kayığını, limanın hilal şeklindeki kavsince, çeker, götürür, getirirdi. Kumsal kenarına sıralanan, çardak altı kahvelerinin yere serili hasırlarına müşteriler yan gelerek, kahvelerini içer, durgun bakışları, Karaada[4]’yla Stanköy[5] arasındaki açık ufka dolardı.

Kahvelerin önünden geçen bir yabancıyı oradaki müşteriler selamladılar ve ona kahve ikram ettiler. Yabancı cebinden bir şah neyi[6] çekerek neye ses verdi. Küçük Tevfik neyin ötüşünü duyunca yerinde durakladı. Kendisiyle beraber koşup kayıklarını sürükleyen çocukların cıvıltısı uzaklarda kayboldu.

Tevfik kumların üzerine çöktü. Gözleri kapanır gibi oldu. Can kulağı ile dinliyordu. Kapalı gözlerinin ardından karanlıklar ağarır gibi oldu. Orada oyuncak kayığını hayal meyal seçebiliyordu. Oyuncak kayığının direkleri yavaş yavaş göklere süzüldü. Kat kat yelkenler açıldı. Neyin sesi yeni âlemler yaratıyordu. Çocuğun burun delikleri yol almak özleyişiyle artlarına kadar açıldı. Yol alarak göğsünü kana kana hürriyetlerle doldurmaya can atıyordu. İşte tam o sırada önünde bir gölge belirdi.

Çocuk gölgeye: “Sen kimsin?” diye sordu.

Yabancı, “Ben senin mukadderatınım ve şu kayığın serdümeniyim[7].” diye cevap verdi.

Çocuk, “Sen nereye gidersin?” diye sordu.

Esrarengiz adam, “Meçhule!” dedi.

Küçük Tevfik, “Gemine bineceklerden ne ücret istersin?” diye anlamak istedi.

“Tamamen kendileri olmalarını isterim.”

“Yolcuların kimlerdir?”

“Her şeylerini bir hiç uğrunda feda edenler.”

“Onları nereye götürürsün?”

“İnsanın içinde yapayalnız ne varsa, hatta ondan da daha derin bir meçhule.”

“Oraya gidiş kolay mıdır?”

“Ondan daha güç bir şey yoktur. Fakat o yolun yolcularının da, dünyada o yolculuktan başka bir sevdikleri yoktur.”

“Oraya varıldığını nasıl anlarsın?”

“İnsanın bakışlarının içindeki o uzak ışığı görünce anlarım.”

“Pekey böyle navlunsuz, ücretsiz yolcu taşırsan, parayı nasıl kazanırsın? Benim param yok!”

“Para kazanmak için değildir yolculuğumuz.” diyen serdümenin sesinde öyle bir çağrış vardı ki ona dayanılamazdı. Çocuk sevine sevine kayığa bindi. Çardak altındaki kahvede ney çıldırtıcı tizlere çıkıyordu.

Geminin altındaki engin kaybolur gibi oldu. Denizin fısıltısı artık aşağıda ve uzakta kalarak işitilmez olmuştu. Duyulan ancak sükûttu. Adeta sükût ötüyordu. Kayık muallâkta[8] gidiyordu. Birdenbire ney, davudilere indi.

Apansızın karanlıklar sanki canlı imişler gibi tiril tiril titrediler. Gök gürültüsünün angısı[9] perde perde devrilen koca dağlara benziyordu. Karanlıklar dağ bölmeleri gibi yıkıldılar. Muallâkta, ay ışığına benzeyen bir aydınlık uyanıyor ve dört yana halka halka yayılıyordu. O tatlı ışıkta çocuk kendini artık görebiliyordu. Altında ne kayık, yanı başlarında ne küpeşte, ne direk, ne dümen, ne de serdümen vardı. Ancak, bir kendi vardı.

Çocuk aşağılara baktı. Altında ta uzakta büyük bir şelalenin şarıl şarıl akmakta olduğunu seçebildi. Ay aydını şelaleden yükseğe tüten buğularına çarpınca bir alemsema[10] yaratmıştı. İşte çocuk sanki o alemsemanın üzerinde duruyordu. Fakat çocuk, Tevfik adlı insanın ta kendisi miydi, yoksa kendisi orada kavislenen alemsema mıydı, orada şarıldayan şelale miydi, yahut bunların hepsi de birden kendisi miydi, bir türlü bilemedi. Bildiği bir şey varsa o da oyuncak kayığının artık dönüşü olmaz bir seyahate çıktığı ve kendisinin de ney’le artık ölünceye kadar dudak dudağa kalacağıydı.

Neyin sesi inceldi, inceldi; insan içinin tâ uzağından öten bir neva[11] oldu. Çocuk alnında bir serinlik duydu. Yaradılış kendi toprağından, kendi suyundan kendi güneşinden yarattığı defneyi – öpmek üzere uzanan dudaklarının halka oluşu gibi – çilenk[12] ederek yavrucuğun alnını serin öpmüş ve oraya nur gibi berrak, nur gibi masum sanatkâr damgasını vurmuştu. Çocuk elini alnına götürdü. Taze yaprakların dokunuşunda ay ışığının, alemsemanın, şırıldayan şelâlenin serinliği vardı.

Çardak altı kahvesindeki neyin sesi artık susmuştu. Artık çocuk, kumsalın üzerinde, elleri sarkık, başı göğsüne düşük bir durumda bomboş olarak bırakmış olduğu gövdesine dönüp giriyordu. Gözünün önünde yavaş yavaş Arşipel’in ışıltısı parıldaşmaya koyuldu. Oyuncak kayık su yüzünden, bir yana devrilmiş duruyordu. Çocuk limanın Tepecik tarafına koştu. Oradaki kamışlıklardan bir ney yaptı. Uğraştı, sağdan üfledi, soldan üfledi, nihayet bir ses çıkarabildi ve neyin sesiyle gönlünün yolculuğunu anlatmaya koyuldu.

Babası o gece çocuğa Mesnevi’den ders veriyordu. Ona; “Söyle bakayım, neyi belledin mi?” dedi. Çocuk;

Ateş est in bangi nây nist bad

Her kim in âteş nidared nîst bad[13]

diye tekrarlarken gözlerinden yaşlar boşaldı ve içinden bir hıçkırık koptu. Babası, “Ne o?” dedi. Çocuk, “Bu sözlerin benim tâ kendim olduğumu bugün anladım.” diye cevap verdi.

 “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, Cevat Şakir Kabaağaçlı (Halikarnas Balıkçısı), Bilgi Yayınevi, 9. Basım, Ankara 2007, Sayfa: 122-125.

[1] Pür-ışık: Işık dolu

[2] Arşipel: İlk çağlarda Ege denizine eski deniz anlamında verilen isim.

[3] Kırnap: Ciltlemede kullanılan belli uzunluktaki iplik, şiraze.

[4] Karaada: Ege Denizi’nde Bodrum Körfezi içinde yer alan küçük bir ada.

[5] Stanköy: Ege Denizindeki Kos adasının Osmanlı dönemindeki ve günümüzdeki adı.

[6] Şah neyi: Ney ailesinde Davut neyden sonra en tok ses çıkaran ney çeşididir. Normal neyden 15 cm uzundur.

[7] Serdümen: Dümen kullanmakla görevli bilgili ve deneyimli kalfa.

[8] Muallâk: Asılı, askı, boşluk.

[9] Angı: Yankı.

[10] Alemsema (alâim-i semâ): Gökkuşağı, eleğimsağma, ebemkuşağı.

[11] Neva: Klasik Türk müziğinde bir makam adı ve yegâhtan bir oktav tiz olan “re” perdesi.

[12] Çilenk: Çiçek ve yapraklarla yapılmış halka.

[13] Neyden çıkan ateştir, boş rüzgâr değil. Bu ateşten tınmayan hava cıvadır.

Daha Fazla Yükle

Yorum Bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Çok Okunanlar