Gördüm. Bir ağacı olmalıymış insanın meğer dünya telaşında. Dünyanın rengine kanmış, bir nefeslik ömrüne bin bir yük yüklenmiş gamdan azade ah insanın. Gecesi gündüzü birbirine karışmış ışıklardan, lambalardan güneşe hicret etmeliymiş. Kuşlardan arındırılmış kentlerin caddelerinin ardından gönülden gönüle yol bulmalıymış, tünel kazmalı, duvar örmeliymiş tuğlalarla. Kırkın üzerinde toplantı gündem maddesini bir çırpıda silivermeliymiş fikrinden. Geceler… Dünyanın gölgesinde kalmamak için seni bir kez daha görmeliymiş. Ve hep…
Sevdim. Toprağını, taşını, çakılını, börtü böceğini, göğe uzanan dallarını, nabzını, karıncalara yuva olmuş yapraklarının yeşilini, turuncunu, kahvesini… Yıldırımlar düşerken kente, sağanak beklerken sele teslim olunca kalbim, Ya Azim! Ya Aziz! Ya Rahim! Baharını sevdim manolyam, sendin. Hafi zikirler eşliğinde çocuktum ben, saklambaç oynayan yaralı gövdende ebeydim. Kapalıydı gözlerim. Uçurtmamı yırtmışlardı da yamamış ve kırk yama ile yeniden başlatmıştın şarkıları. Kendi derdine derman bulamamış yanınla, bunca yanılgıdan artakalan dualara âmin gibi bir bağışlanmaydın. Şüphesiz ki diye başlayan ayetlerin sevincine ortak etmiştin karıncaları. Yeni yetme âşıklar gelecekti duldana ve çaput bağlanacaktı sevdalarına. Köprülerden geçecekti gelinler, tutacaktı onları aşk. Başka ne olsundu değil mi? “Hayatın mazereti.” Dünya, dünya olalı böyle güzel olmamıştı bir şiirde, şiir böyle güzel…
Bildim. Yetiş ey dedikçe yetişen kalbini. İbrahim, putları yıkıyor, bir kızıl goncaya benziyor yeni açmış çiçekleri o ağacın. Kâbe ayağımıza geliyor her vakit, biz Kaf Dağı’nda ellerimiz çiçeklenmiş bekliyoruz, dünya evi kapımızda. Penceremizde niyet mektubu taşıyan Belkıs’tan kalma narçiçeği açmış ellerim, ayrılığa veda busesi, vuslat gülleri için koşarak, durarak, soluklanarak, nefes nefese, tüylerimden hırkalar ören dervişlerle kanatlanan günlerim.
Yetiştim. Menzildi gözlerin, evet, şu ağacın altında çadır kurma hayaliyle sadakatten dem vuran ejderha suretinde insanlardan kaçışımdı. Bir avuç toprağa, bolluğa, berekete, sevgiye, emeğe nasıl da muhtaçtı insan. İnsana… Bir âşık gördüm orada, adı sanı yok şöhretin zirvesinde o ulu mabette, inşaat betonlarına kum taşıyan elleri, çiçekler açıyordu bir yanıyla. O öyle bir kutlu seferdi ki meneviş ahengiyle yetimlerin kalbine sofraydı altından, gümüşten. Kumrunun mucizevi bekleyişi gibi zarif bir bekleyişti bekleşmeler, sırasızlar çağında.
Bekledim. Saniyelerin toplamı yılların başına taç giydirecekti. Eksilmeyecektim ömründen. Sayılmayacaktı geçen gün, sensiz geçmeyenden. Bir türlü akmayan o zamanlar bize geri dönecekti, dakikalar senelerce sürecekti ahengiyle kadife çiçeklerinin, su sesinin, sessizliğin sesinin büyüsüyle…
Duydum. Kalbinin ağrısıyla bir arada yudumlanan sevda sözlerini. Ben seni sevdiğim için bugün cumartesiydi, yarın pazar olacaktı seni sevince, mavi olacaktı bak gökyüzü, güneş doğacaktı, ay doğacaktı, ay ışığında dünyanın sevincini okuyacaktınız beraber bir ağacın dallarıyla kucaklaşarak, bir kere tutulunca gönül, geceye, sana ve hep Allah’a…
Tutuldum. Tutunmaktı bu tutulmak, hayatın arka odalarında saklı kalmış tozlu raflarda unutulmuş rüyalara. Bir yerlerde hep yarım kalmış mutlak bir parçam. Tam bilinmeden yarım bulunmazmış, derlerdi. İnanmazdım.
Buldum. İnandım. Allah’a ve sana. Umut hep varmış da görmek gerekmiş. Kör müydü gözleri dünyanın? Kör müydü kalbimin aynasında hayalin? Ne bilirdim dünyanın kaç rengi var, kaçta kaçı banadır, kaçı senin bir gülüşüne feda? Dünyanın bahtsız yüzünü ancak şairler güldürürmüş. Şair yüzü, yüzlerin en gamzeli hâli, ayva tüyünden mor mürekkepli, hüznü en güzel örten ipek dokunuşlar, atlas libas, kürk manto. Dünya evine girmek için hazırlanırken gelin telleri, türbelerin en dokunaklı yerlerinde beklerken bir tutam incinmiş küp şekerler, atları hazırlarken seyisler uzun yol için uzun uzun için çekenlere, oralarda bir yerlerde bir yaprağı daha düşüyordu yere manolyanın, yanında çocuk sesleri. Katıktı azığına, çayın sıcağında dünyadan uzak ninnilerle hanım sultanlara eşlik eden masallar, kollarında merhamet taşıyan elif başlı meçhul münzevi. Saçının bir telini okşadığında peri suretin müstesna muhterem, bin günaha kefaret sayılan o vakitler, dönecek yaşın başı, başka renge geçerken dünya, mükâfatlar üst üste bir dünya daha ederken, elde var bir hiç kadar pi, sonsuza…
Gördüm. Baştan… Şehrin meydanında el ele yürüdüğümü asma tavanla, ahşaptan… İşte, yıkıntılar içinde bir Âdemelması… Mestane… Bu mevsimde bütün yaprakları şairdi ağacın, yanındaydım. Şairdi ellerim, biraz hüzünlüydü biraz küçüktü gökyüzüne. Celladından uzun yaşayacaktı gerdanım, aşktı. Ölümden uzun. Bütün bir şiirdi burada bir asude bahar, yaz. Sona gelmek gibiydi sana gelmek, kalplerin sokağı gibi bir çıkmazda. Sağanak yağmur gibi gözlerinden taşan durgun sular, maviyle yaşamak bu, dünyanın öbür ucunu da sonunu da bulmak bu, gözlerinle. Susmanın da en güzel hâli bu. Nice bin dert ile yansam devasını görmek bu. Gözlerinden ibaret bir dünya, dünya işte bu, görene. Dünya gözüyle…