1. Anasayfa
  2. Edebiyat

Dünyanın Dayanılmaz Hafifliği

Dünyanın Dayanılmaz Hafifliği

Beyaz bir yazmaya sığdırılmış bir hayattı. Yazma nerde, sen orda hayatı. Boncuk yetmemiş, turuncu ve küçük boncuklardan tam sevdiğin gibi olmuştu. Dördüncü kenarı yarım.  İğne oyası severdim ben yemenide, mekik örmeyi bile öğrenmiştim çok sevmesem de. Ama “Sen boncuklardan örülmüş papatya desenli seviyorsun” diye yazmanı, ben de öyle severdim.

Gecenin bir vakti, masal da anlatmayacaktım aslında dünyaya ama portakal kokusu ile uyandım. Küflenmiş bir tarafı portakalın. Çeyrek asır önce… Tedavülden kalkmış… Portakal, evet… Kıştan bahara ulaşmış. Ne kadar zor halbuki şöyle bir zamanda ulaşmak bir insana, insandan insana? Yanında da olsa… “Biraz sessizlik lütfen Rabbim” diyorum. Gece olsun, bitsin bu curcuna. Ayın on beşinde bankamatik önünde yaşayacağım mutluluk ne kadar gerçek ki bunca yorgunum! Bir ay daha yaşamayı hak etmiş oluyor muyum yorulunca? Ölmemeliyim elbette.  Maaşımı önceden alıyorum. Peşin… Baştan… Sondan… Her neyse perdelerim, koltuklarım, halılar her şey olması gerektiği yerde. Yine de topluyorum evi, ocağı. Mütemadiyen düzeltiyorum ortalığı. Kafamın içinde askıda kalan ne varsa yaşama dair, savaşa ve barışa, dar kapılara, umuda ve tükenmişliğe, sendromlara, hırslara, tamahlara, makamlara vesariye dair ne varsa hepsi veresiye. Askerî düzen içinde yerine yerleşecek sanıyorum. Umuyorum. “Ummamak gerek” diyor o arada sosyal medyada bir fenomen. Ummuyorum. “Peki, kendine değer ver” diyor bir diğeri. Kendimi arıyorum. İletişim çağında kendimle kendim arasında bir bağ kuramıyorum. Evet, öteliyim. Şiir değişir, iklimlere seyahat eder mısralar. Bir şairin bedduası gelir bir gün beni de bulur. Ah’ım, bir tek ah’ım dağları yerinden oynatır, masallar yarım kalır, şiirlerin ahı tutar göllerde, suskunluğumdan nice destanlar doğar, ah bozulmaz yazılan, bitince o şiir…”Başka mısra gerekmez.”

Hayatını bir bohçaya sığdıran kadın! Yokluk görmüşsündür, kıtlıklar…  Ana babasız büyümüşsündür, köylük yerde seni başkasına vermişlerdir. Amaan işte, her zamanki gibi en azından kocanın kahrını çekmelisindir. Öyle ya, kadın demek, çile demektir, sızım sızım sızlamaktır kaderi. Hem ananın kaderi sana yazılmıştır, en azından çocukların olur, onların başını beklersin, demişlerdir. Yavruların olmuştur, doğar doğmaz tarlaya varmışsın, toprağa kazma, bulgur pilavına kaşık sallamışsındır. Bu hikâye daha uzundur da yeri ve zamanı değildir şimdi. Utanmışsındır, gülüşünü yaşmağın altına saklamışsındır. Zaten artık toprak altında ellerini göğsünün üstünde birleştirip uyumuşsundur. Ve ben senin kokunu duyarak uyandırmışımdır seni güzel rüyalarından.

Evet. Ben böyle alarmsız, ezansız, sabahsız teheccüt vakti portakal kokusu ile uyanmazdım. Sen olmasan. Var mısın? Ölsem, iki gün sonra unutulurum, derdin. Unutulmayacak ne vardı ki dünyada. Aşk, diyorsun. Toprak oluyor o da. Senin gibi. Arada bir gidip Fatiha okuyorum ruhuna. Ben eşyalara bu kadar kıymet vermezdim, sen olmasan. Aşk olmasa. Sırtımda dünyanın yükünü taşıyormuşum, atmalı ve kurtulmalıymışım bu ıstıraptan.  Dünyada yaşamalı ama dünyalı olmamalıymışım. Kendime de haksızlık etmemeliymişim. Evet, bir kalbim varmış benim de. Gece olduğunda sadece kalp, aklı ikna edebilirmiş. Gündüzler çuvala girince ben leyl vakti leyla olup kâtiplik edermişim. Sana kalsa gözlerime yazıkmış. Bir zamanlar, eve dert götüren bir adam, gözlerimi görememenin derdiyle hoşmuş. Kimmiş o adam, ne iş yaparmış, neciymiş? Edebiyat araştırmacısı düşünmeliymiş bütün bunları. Kime neymiş?

Toplasan iki kilo değildi benim portakal kokulum. Kızım. Dünyaya yük olmadı. Sayılı nefesti. Kelimeler gibi. Bu hikâyenin ömrü de kaç kelime hiç bilmiyorum. Onun ömrü yaklaşık üç aydı. Senin ömrünse doğduğumdan beri yaşıyorum işte,  o kadardı. Yaşını bilmedin. Doğdun, yaşadın ve öldün. Geriye bana üç beş parça elbiseni sarıp bohça yaptığın yazman kalmıştı. Arada kokluyordum. Yıkamamıştım. Portakal kokulu bebeğimin minicik çorabı ile beraber mutlu, huzurlu duruyorlardı yerli yerinde. Cennete gidecek bebeklere melek, meyve görünürmüş, dedim bir şiirde. Portakal kokusu, buram buram şiir oluyordu, şiir kokuyordu ellerim. Annem yetişiyordu masalların içinden, düşle hayal arası, mavi ile siyah, kurşunla kalem gibi. Saçlarımı tarıyor şimdi. Beyazlamaya başlayan saçlarıma kömür karası gözleri bulaşıyor leylanın. Kapkarayım. Züleyha, zindandan Allah, diyor. Yusuf’un Rabbi, geceye doluyor. Hüznümüzü ona havale ediyoruz, şiir oluyor yine. Olmazsa hepsi hikâye… Saçlarım eskisi gibi. Güzelliğim on para etmiyor. Potifar gibi bir yanılgıdan ibaret Kays da. Biraz çocukluk. Mahcubiyet.

Misafir gelir evini, ölüm gelir kalbini temiz tut, diyordun. İşitiyorum yıllar öncesini. Bir nefes kadar yakın, kilometrelerce uzaksın. Biraz önce Kuşların Şehriyar’a Ağıdı vardı, onları da dinledim. Portakal kokusunu içime çektim. İçimdeki yollarda trafik yoğundu. Dikenleriyle beraber kuruttuğum güllerin solo ve koro şarkılarına eşlik ettim. Her şey yerli yerinde gibiydi. Kafamın içinde bozkırın ortasında yılkı atları, çölde bedevi gezginler, aynada aksini seyretmek istedikçe leyla zikrine dalan mecnun, kalburla su taşıyan meczup, helkileriyle geleceğe edebiyat taşıyan kız çocuğu… Bu, böyle bitmez mi? Biter elbette. Yarın olur, işler de biter. Başka bir yarın olur. Yarınlar, yarınlar… “Yarın çok güzel olacak” diyerek binlerce beğeni alan o genç kızın sönmüş yıldızları, gece lambaları hep biter. “Bu da gelir, bu da geçer.” İnanırsın aslında, ölüm haktır, vuslattır. Ama inanmazsın. Dünya sırtında yüktür. Dayanılmaz sanırsın. Katlanırsın. Kahrını da çeker, yazmaya devam edersin bin bir türlü hâlini dünyanın. Bir tespih tanesi kadar hafif olmak istersin toprağa karışarak… Tohum olup yeniden yeniden doğmak istersin, dalların göğe doğru… Dua açarsın yine baharda, bin bir çiçekle…

Portakal kokusu gelir gecenin buhurunda. Meryem gelir, İsa gelir, Musa ve bütün peygamberler… Sonra yatarsın sağına, dönersin soluna, sığınıp Sübhan’ına… Melekler şahittir, dinine, imanına…

Kanatsız bir deve kuşu gizi başımı yorgana yoldaş ederek… Turnalar girsin artık rüyalarımıza… Dünyanın dayanılmaz hafifliği bu… Yağmura karışan cennet kokusuyla…

1980 Amasya doğumlu. İlkokul yılları babasının köy öğretmeni olması vesilesiyle masallarla köylerde geçti. Ortaokul ve liseyi, Amasya Suluova Anadolu İmam Hatip Lisesinde okudu. Uludağ Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun oldu. Hemen ardından 2003 yılında Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tezsiz Yüksek Lisans bölümünü bitirdi ve aynı yıl Bartın’da edebiyat öğretmeni olarak göreve başladı. 2003 yılında Bartın’da başlayan edebiyat öğretmenliği vazifesi İstanbul Üsküdar Hakkı Demir Anadolu İmam Hatip Lisesinde devam etmektedir. Kitabı, tabiatı temaşayı ve yazmayı bırakamıyor. Çeşitli dergilerde, kültür sanat edebiyat sitelerinde şiir, hikâye, deneme ve biyografiler yazıyor. Nasip, sabır, şükür ve hayret makamında gücü yettiğince yazmaya devam edecek. Evli ve iki çocuk annesi.

Yazarın Profili

Bültenimize Katılın

Hemen ücretsiz üye olun ve yeni güncellemelerden haberdar olan ilk kişi olun.