Çocuktum o zamanlar. İki sokak üstümüzde otururdu Cemil Abi ya da mahallelinin ağzıyla Dutsuzların Cemil. Oysa bahçelerinde dut ağacı da vardı. Niye böyle demişler ki anlamazdım. Kas hastasıydı Cemil Abi, distrofi diye bir şey. Genetikmiş, dedesi de öyleymiş. Yaşı epey vardı ama hastalığından dolayı ufacık kalmıştı.
İlk kez mahalle maçlarından birinde görmüştüm Cemil Ağabey’i. Evlerinin önündeki büyük bir arsada mahalle maçları yapılırdı. O da oradaydı, yamaçta, tahtadan bir koltukta oturuyordu. Çok severmiş bu maçları izlemeyi, her hâlinden belliydi zaten, sürekli gülüyordu. Maç bitince, onun teyze oğlu Necdet Abi, o belirmişti yanında, koltuğu sırtlanmış ve yüzleri farklı yönlere bakarak yürümüşlerdi Cemil Abi’nin evine doğru.
Necdet Abi sağ olsun, işten güçten her fırsat bulduğunda gezdirirmiş Cemil Ağabey’i. Aynı yaştaydılar, birlikte büyümüşler. Cemil Abi okula gitmeye niyetlenmiş de o zamandan başlamış Necdet Abi’nin Dutsuzların Cemil’i taşıma hikâyesi. Önce el arabasıyla sonra kendi icat ettiği tahtadan koltukla. Bayram gezmeleri, bitmek bilmeyen hastane işleri ve daha aklınıza ne gelirse… Artık onların hepsini bu tahta koltukla halledivermiş Necdet Abi. “Daha kolay oluyor böylesi.” deyip dururmuş, “Yazık ediyorsun kendine.” diyen konu komşuya. Bir kez olsun şikâyet ettiğini de kimsecikler duymamış.
Yaz gelmişti bizim oralara, hava da epey sıcaktı. Mahallenin büyükleri bir gece oturup karar almışlar, bu güzel vakitleri boş geçirmeyelim diye. Piknik yapalım demişler. Ayarlanmıştı her bir şey. Kalınacak bir gece orada, çadır kurulması da gerek. Sebzeler, etler, mangallar, yatak, yorgan… Her ne gerekiyorsa toplanıp yüklenmişti Aziz Amcaların mavi kamyonuna. Biz de doluşmuştuk. Üç saat yolculuğun ardından varmıştık mesire alanına. En son çadır çıkarılmıştı kamyondan. Çadır dedimse kurban bayramlarında belediyelerin hayvanlar için verdiği büyük, sarı çadırlardan biriydi bu.
O gün ve sonrasında yaşananlar daha dün gibiydi:
Hemen herkes bir işe koyulmuştu. Mangallar tutuşturuldu, döner tezgâhları kuruldu, çadır tamamlandı, içine tertibat kuruldu. Açığa kocaman bir ateş yakıldı, oyunlar oynandı, yemekler yenildi. Yorulduk iyiden iyiye. Ateşin başına toplanıldı, hikâyeler, masallar anlatıldı; günümüz olayları konuşuldu büyükler tarafından, abilerimiz tuttukları takımların tartışmasını yaptı, hangisi daha iyi hangisi daha çok gol attı diye. En çok da bu münakaşaları izlerdik çocuk gözlerle bir tek bu konuşmalara dâhil olabilirdik. Çocuk aklı işte ne hayaller kurardık o zamanlar, kimimiz Tanju olurduk uyku uyanıklık aralarında, kimimiz ise Rıdvan.
Cemil Abi’ye bakıyordum ara ara yine o bildiğimiz tahtadan tahtında idi. Çok gülmüyordu, düşünceliydi hep. Necdet Abi yine yanı başındaydı. Onda bir değişiklik yoktu her zamanki Necdet Abi işte. Gece oldu, doluştuk çadırın içine. İhtiyarlar çoktan uyumuş, gençler yatmanın derdinde. Biz ise fısır fısır konuşuyorduk. Bir iki sert uyarının ardından biz de uyuya kalmıştık.
Sabah erkenden kalkıldı. Kahvaltılıklar konuldu. Uzunca uzanan sofraya çaylar demlendi. Hep birden yenildi içildi.
Kaldığımız yerin az aşağısında bir ırmak vardı, suyun derinleşmediği bir yere gidilip orada yüzecektik. Sonra öğlen yemeğini yiyip eve dönecektik. Cemil Abi kahvaltıdan sonra Necdet Abi’ye dönüp “Beni de götürsene Necdet, sıcak çok bunalttı, belki suyun kenarında serinlerim biraz.” dedi. Necdet Abi “Sensiz olur mu Cemil, elbette geleceksin.” diye cevap verdi.
Birkaç büyük abi tarafından çadır toplanırken, biz ırmağa doğru yürümeye başladık. Necdet Abi sırtlanmıştı Cemil Abi’yi, patikadan aşağı doğru yavaş yavaş yürüyordu. Biz ise çabucak varmak için kâh yuvarlanıp kâh düşe kalka dik bir yamaçtan iniyorduk.
Irmağın kenarına varınca büyüklerin, “Şurada suya girin ama şuradan uzak durun, çok açılmayın, çok uzun durmayın suda…” gibi ardı arkası kesilmeyen tembihlerinin ardından bulduğumuz çalıların ardına saklanıp şortlarımızı giyindik. Tabi üstündeki kot pantolonları değiştirmeden suya atlayan bir sürü kişi de vardı. Cemil Abi suyun kenarında gölgelik bir yerde bizi izliyordu. Gülümsüyordu, su içinde yaptığımız şakalara.
Su buz gibiydi, “Alışırsınız birazdan.” denilse de ne mümkün. Güneş daha tam yükselmemişti. Belki öyle olsa ne bileyim ısıtırdı bizi ama biz de soğuk suyu çok dert etmedik herhâlde. Bir ara Cemil Abi seslendi: “Necdet beni de soksana suya. Çok sıcak, bunaldım. İyi gelir belki.” Necdet Abi düşündü biraz: “Tamam!” dedi. Üstünü soydular Cemil Abi’nin. Tahtadan tahtı sırtlandı Necdet Abi. İlk kez onun sırtını öylece gördüm. Uzunca iki çizgi nasırlaşmış omuzunda. Acıdım Necdet Abi’ye. Yıllardır o taht yavaş yavaş bir iz bırakmış omuzlarında. Öylece aldı tahtadan tahtı sırtına, Cemil Abi’yi koydular sonra. Onunda küçük bedenini çıplak hâlde ilk defa öyle görmüştüm. Korkmuştum. Eğriceydi sırtı. Omurga kemikleri dışarı fırlamıştı. Üzüldüm. Kim ister ki böyle olsun bedeni.
Ayağa kalktı Necdet Abi, yavaşça suyun kenarına vardılar. Bir iki kişi: “Necdet dur! Seni tutalım!” dediyse de izin vermedi Necdet Abi, “Ben hallederim.” dedi. Su, yavaşça yükseldi Necdet Abi’nin bedeninde. Az sonra Cemil Abi’nin ayakları da değer oldu. Hoşuna gitti herhâlde Cemil Abi’nin, “Az daha gir Necdet, su çok güzel.” Oysa su çok soğuktu. “Az daha…” dedi, “Hadi ne olursun, az daha Necdet. Bir daha ne zaman girerim ki suya.” Coşmuştu Cemil Abi. Biz hepimiz su çok soğuk olduğu için böyle heyecanlandı sandık.
Necdet Abi az daha, az daha diye diye göğsünün hizasına gelinceye kadar girdi suya. Sonra olanlar oldu. Nasıl oldu anlamadık. O küçük vücudunu sanki hep bu zamanı bekliyormuş gibi birden topladı Dutsuzların Cemil. Kurtuldu tahtadan tahttan, bıraktı kendini suya. Kayboldu suda. Necdet Abi anlamadı hemen. Fark edince o da daldı suya ama sırtlandığı taht izin vermedi, tahttan da kurtulamadı suya da dalamadı. Köyün gençleri, onlar dalıp dalıp çıktılar suya olmadı bulamadılar. Akşama doğru jandarma dalgıçları geldi. Ayağı sıkışmış Cemil Abi’nin iki kayanın arasına, kalmış öylece orada. Tuhaf bir gülümseme vardı, solmuş yüzünde, bugünmüş gibi hatırlarım.
Necdet Abi uzunca bir süre evden çıkamadı, yaralarını iyileştiriyordur herhâlde diye düşünürken beliriverdi bir gün karşımızda, sırtında tahtadan tahtı onun da içinde yaşlı anası.
Gülümsüyordu Necdet Abi. Yüzü Dutsuzların Cemil’e benziyordu. O gün fark ettim bunu.
