Din ve Hayat
Farkı Fark Et(me)mek
EKLENDİ
-:
Yazar:
Ahmet Sezgin
Hayatımızda nice nimetlerin kıymetini o değerler elimizden çıktıktan sonra fark ederiz. Ne diyordu Divan şairi Hayalî: “Ol mâhiler (balıklar) ki, derya içredir deryayı bilmezler.”
Sağlığımızın kıymetini hastalandıktan sonra, sahip olduğumuz mülkün değerini de onu kaybettikten sonra fark ederiz değil mi? Yaşlandıktan sonra fark ederiz gençliğimizin, ömrümüzün değerini. Sevdiğimiz nice insanın hayatımızda ne kadar önemli bir boşluğu doldurduğunu o sevdiklerimiz bize veda ettiklerinde fark ederiz. “Otuz Beş Yaş” isimli meşhur şiirinde “Hayata beraber başladığımız / Dostlarla da yollar ayrıldı bir bir / Gittikçe artıyor yalnızlığımız.” diyor Cahit Sıtkı Tarancı.
Bazı insanlar, hayatı tozpembe görürler. Hayatın gerçeklerinden uzak olan hayalperest insanların düştükleri, çok acınası bir haldir. Bazıları da Cahit Sıtkı gibi hayatın çilesini “şakaklarına kar yağdığı” otuz beş yaşında anlar:
“Geç fark ettim taşın sert olduğunu / Su insanı boğar, ateş yakarmış! / Her doğan günün bir dert olduğunu,/ İnsan bu yaşa gelince anlarmış.”
İnsan, bazen Orhan Veli’nin bir şiirinde terennüm ettiği gibi “Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel, / Kelimelerinse kifayetsiz olduğunu/ Bu derde düşmeden önce.” diyerek geç de olsa bazı duyguların farkına varır.
Hayatın ritmi ve güzelliği, hakikat ve gönül esintileri ayrıntılarda gizlidir. Hayatımızda ıskaladığımız nice olay, durum, manzarada; nice söz, tavır ve bakışta sonradan tefekkür edince fark edebileceğimiz hakikat huzmeleri saklıdır. Ama bir düşünürün çok veciz bir şekilde vurguladığı gibi: “Baktığını gören, gördüğü şeylere anlam veren, mukayese yapabilen ve bunlardan bir netice çıkarabilen sayısı çokluğa nispetle ‘nadide’nin adedi kadardır.”
İnsan, bazen yıllardır hakikat diye öğrendiklerinin kocaman bir yalan ve aldatmaca olduğunu fark eder. Ve bir gün Üstad Sezai Karakoç’un şiirindeki gibi adeta haykırır:
“Ey yeşil sarıklı ulu hocalar, bunu bana öğretmediniz / Hükümdarın hükümdarlığı için halka yalvardığı / Ama yine de eşsiz zulümler işlediği vakitlere erdim / Bunu bana söylemediniz.”
Bazen de kafadaki lüzumsuz ve zararlı bilgi ve fikir taşlarını atmak, böbrek taşlarını söküp atmaktan daha zordur. Çünkü fikir taşlarının zararlarını ve sancısını çoğu insan fark edemez.
Hayatın sabır ve şükür imtihanı olduğunu geç fark edenlerin, kendini ve Hakk’ı geç de olsa bilenlerin yanında bu hakikati ölünceye kadar anla(ya)mayan nasipsiz bedbahtlar da vardır.
Gençleri sanal ve sahte sevgi ve arkadaşlıklar peşinde koşturan, yüreklerimizi kurutan, muhabbetlerimizi engelleyen, televizyon, bilgisayar ve cep telefonları hayatımıza böyle bilinçsizce girmeden önce ailemizi, yakınlarımızı, komşularımızı yani insanlığımızı daha çok fark etmiyor muyduk? “Yedi Güzel Adam”dan biri olan Nuri Pakdil; “Anlamak fiilinden meşaleler yapılmalı, yeryüzünde birbirimizi görebilmek için.” diyor.
“Hangi yazar, şair, fikir adamı, sanatçıyı; ne tür kitap, dergi, gazete ve filmleri daha çok seviyorsun?” sorusuna “Fark etmez.” diye cevap verenlerle popüler olanları tercih edenler kimlerdir? Elbette sağlam bir kimlik ve kişiliğe sahip olamayanlardır. Bu renksiz ve kişiliksizlere “O halde siz de fark etmezsiniz.” demek yakışır.
Eski zamanlarda bir derviş, bilge (irfan sahibi) bir hocanın ders halkasına girmek istemiş. Bütün hazırlıklarını yapıp bilgenin karşısına çıkmış ve isteğini iletmiş. “Efendim, ben de sizin talebeniz olmak istiyorum. Beni kabul eder misiniz?” demiş.
Bilge zat, sakin bir bakışla dervişi süzmüş, “Elbette” demiş ve eklemiş: “Ama sana bazı sorularım olacak. O soruları doğru cevaplandırırsan öğrencim olmanı kabul ederim.” Derviş heyecanlanmış. “Peki, efendim!” diyerek çaresiz ve endişeyle kabul etmiş.
Sorular birer birer gelmeye başlamış. Bilge sormuş: “Söyle bakayım evladım, çiçeklerden hangisini seversin?” Derviş rahatlamış. “İyi, sorular kolaymış.” demiş kendi kendine. “Efendim, ben her türlü çiçeği severim. Gülü, sümbülü, lalesi…Hepsi güzel, hepsini severim.”
Bilge kişi, yine sormuş dervişe: “Peki, renklerden hangisini seversin?” Derviş, düşünmeden cevap vermiş: “Renklerin her biri ayrı güzel. Hepsini çok severim, benim için fark etmez.”
Bilge, bir soru daha sormuş: “Peki, yemeklerden hangisini çok seversin?” Derviş, yine hemen cevap vermiş. “Efendim, yemeklerin de hepsini severim. Hepsi çok lezzetlidir, benim için fark etmez.”
Sorular ve cevaplar hep böyle devam etmiş. Sonunda bilge adam, dervişe; “Evladım, sen, önce sevmeyi öğren de gel!” demiş.
İyiyle kötüyü, doğruyla yanlışı, güzelle çirkini, sevgiyle nefreti, dert ile sevinci, adalet ile zulmü, hak ile batılı fark eden “furkan” olmak gerek.
Bir şeyin farkında olmak, onu iyice araştırıp onun “ne idüğü” hakkında karar ve fikir sahibi olmaktır. Güzelliğin, hakikatin, adaletin, özgürlüğün, insanlığın “farkında olmak” hayatımızı anlamlı, değerli ve farklı kılacaktır. İyilik, güzellik, doğruluk, adalet, dürüstlük, cömertlik, fedakârlık, edep, sabır, şükür, sevgi, saygı, vefa, merhamet adına kendi ruh dünyamızda, evimizde, yaşadığımız çevre ve toplumda hatta dünyada bir “farkındalık” oluşturmak, “insanlık farkımız”ı göstermek açısından çok önemli.
Bir bilgenin dediği gibi “Hayat, senin bakışınla anlam kazanır. Ya sadece bir noktayı görürsün, hayatın akıp gider, sen farkına varmazsın. Ya da görebileceğin tüm güzelliklerin tam ortasında hayatı yaşarsın, akıp giden zaman anlam kazanır.”
Farkı fark ettiğiniz zaman fark edileceksiniz.