Bizimle İletişime Geçin

Şahsiyet

Gazzalî: Büyük Hesaplaşma 3

Bağdat’tan ayrılan Gazzalin Oğlu, yeni dünyasını Şam’da kurmaya karar vermişti. Şam’ın merkezinde yer alan Emevî Camii’ni mesken tuttu. Uzun sürecek bir düşünce ve hesaplaşma uzletine çekilmişti. Şam’ı seçmesi o dönem siyasi merkezlerden uzak durmak içindi. Her kesimden ve herkesten uzak yeni hayatın rotasını burada çizecekti.

EKLENDİ

:

Bağdat’tan ayrılan Gazzalin Oğlu, yeni dünyasını Şam’da kurmaya karar vermişti. Şam’ın merkezinde yer alan Emevî Camii’ni mesken tuttu. Uzun sürecek bir düşünce ve hesaplaşma uzletine çekilmişti. Şam’ı seçmesi o dönem siyasi merkezlerden uzak durmak içindi. Her kesimden ve herkesten uzak yeni hayatın rotasını burada çizecekti.

Bütün bir hayatını gözden geçirmekti ilk işi. Geriye dönük ciddi bir muhasebeyle işe başladı. Çünkü geçmiş sabit bir gerçeklik olarak zihninde durmaktaydı. Bu sabit gerçekliği dikkate almadan ve onunla hesaplaşmadan yeni bir hayata başlaması imkânsızdı. Geçmişe dönük bu hesaplaşma geleceğe dönük planlarının da açığa çıkmasını sağlayacaktı.

Onun niyeti, varolanı tamamen terk etmek değil, varolandan yola çıkarak nasıl bir yapı kuracağını planlamaktı. Zaten onun kafasında hakikat hiçbir zaman yok olmamış ve dönüşüme uğramamıştı. Onun merak ettiği ve anlamakta güçlük çektiği, hakikate rağmen yanlışın nasıl zemin bulduğu, hakikati bilen insanların nasıl bilmiyormuş gibi davrandığıydı? Öyleyse hakikatin insanın dışındaki görüntüsüyle içindeki varlığı arasında ciddi bir çelişki ve tutarsızlık söz konusuydu. Bütün bunları kendi üzerinden ve kendi hayat tecrübesinden yola çıkarak düşünüyor ve söylüyordu. Geçmişe dönük muhasebesi aslında içindeki boşluğu ve dışarıya yansıyan tutarsızlığı gün yüzüne çıkartmıştı.

Her gün üç yüz kişilik bir öğrenci kitlesine ders okutuyor, namazında, orucunda ve zekâtında bir kusur bulunmuyordu. Fakat bütün bunlara rağmen içinde bir boşluk hissediyordu. Şeytanın vesveselerinin iç dünyasında hemen ve etkili karşılık bulduğunu görüyordu. Dışarıya yansıyan hayatı mükemmeldi, fakat içerdeki karşılığı ona denk düşmüyordu. Özellikle öğretim hayatının son yıllarında kafasındaki temel ve birincil mesele bu olmuştu. Şimdi Şam’daydı ve aynı mesele zihninde yine önceliğini ve önemini koruyordu.

Öyleyse tekrar başa dönmeliydi. Yüce Yaratanın Kitabına ve Rahmet Nebisi’nin Sünnetine. Tek çare, Nebevî Hakikati eksen almaktı. O’nun sünnetinin söze dökülmüş hali olan hadîsler derdini çözmede yol gösterici olabilirdi. Asırlardır ümmetin zihin dünyasını şekillendiren Cibrîl Hadîsi, bu hakikatin özeti gibiydi. Dört soru vardı: İman, İslam, ihsan ve Allah’a teslim olma yani haddini bilme. Bunların tercümesi, zihni şekillendiren inanç, bedene yansıyan ibadetler, içte derinlik oluşturan ihsan ve Allah’ın bilgisinde olana teslimiyetti. Neticede düze çıkmanın ve selamete ermenin anahtarlarıydı bunlar. İnanç ve ibadetler konusunda ne bir tereddüt ne de eksiklik söz konusuydu. Tereddüt vicdan ve izan noktasında ortaya çıkıyordu. Vicdan kişinin içiyle barışık olması, içinin dışına denk düşmesiydi. İzan ise haddini bilme, sınırlarının farkına varma ve her şeyi bilen ve takdir edene teslimiyet göstermeydi.

Demek ki Cibril Hadisi’nin inanç ve eylem boyutları tam olsa da ihsan ve izan kısmı tam yerine oturmamış olabiliyordu. Bu da dünya-ahiret dengesinin zihin planında bozulmasının göstergesiydi. İlk dönem zahitleri bunu fark etmişler ve dünya-ahiret dengesini kurmanın yol ve yöntemini aramışlardı. Çünkü dünya hayatı, uğraşlar ve yarışlar sarmalıydı, insanı bir anda kuşatıyor, sanki ebedî hayatın burada olacağı hissini verebiliyordu. Bu histen kurtulmanın ve ahiret gerçeğini kavramanın yolu, kişinin vicdanını ve izanını diri tutmasına bağlıydı. Allah’ın kendisini gördüğü bilincinde olması, kişinin vicdanını; ölüm ve kıyametin kopma ihtimali de, kime boyun eğmek gerektiği bilincini vermekteydi.

Öyleyse bütün mesele, hayatın ihsan ve izan boyutunu yakalamaktı. Bunun için bugünden geriye giderek Nebevî hakikate ve bu hakikatin yansımalarına yaklaşmak gerekiyordu. İhsan ve izan boyutunu en iyi yakalayan kişiler olarak ilk dönem zahitleri dikkatini çekti. Fakat onların da günümüze gelen eserleri yoktu. Hâlbuki o, okuyarak ve yazarak meseleleri halletmeye alışmıştı. Bunun için kitaplara ihtiyacı vardı. Onu da ancak üçüncü ve dördüncü yüzyıl zahitlerinde buldu: Ebû Talib Mekkî ve Hâris Mahasibî. Biri İslam’ın ilk yeşerdiği ve kıblegahı olan Mekke’ye aidiyetiyle, diğeri ise hesaplaşan anlamındaki Muhasibî ismiyle öne çıkıyordu. Bu yönleriyle biri Nebevî hakikatin diğeri de geçmişle hesaplaşmanın sembol ismi olacaktı zihin dünyasında.

Çok Okunanlar