Bizimle İletişime Geçin

Şahsiyet

Gençlerle Başbaşa’nın Yazarı Başgil’in Başına Gelenler

Din ve kültür tarihimizin önemli kurumlarından biri olan tekkeler ve zaviyeler bazı kimselerin zannettiği gibi sadece “Hû eyvallah” diyen, sosyal hayattan kopuk üç beş meczûb dervişle ilgilenmemiştir. Aksine, oluşturduğu atmosferle ilim fikir ve sanat hayatının dehalarına kucak açmış ve ufuk vermiştir. Dolayısıyla mistik kabiliyet ve tecessüsü olan devlet adamları kadar âlim ve sanatkârlar da bu atmosferden istifade etmiş, ruhunu beslemiş ve gönül dünyasını tatmin etmiştir. Osmanlılar döneminde bu üstün vasıflı insanların bir mürşid-i kâmilden istifade etmeleri bir itibar meselesi iken Cumhuriyet devrinde tam aksine itibarsızlaştırmanın birinci sebebi oluvermiştir. Bu olumsuz ve güvensiz ortamda gönül adamlarıyla kurulan ilişkiler ise adeta “kaç/göç” psikolojisi ile yapılabilmiştir.

EKLENDİ

:

İstanbul İmam Hatip Okulu’nun 1960’lı yıllarda yaşattığı güzel bir geleneği vardı. Hocalardan veya büyük şahsiyetlerden biri vefat ettiği zaman bir öğretmenin rehberliğinde bir grup öğrenci cenaze namazına katılır defin merasiminden sonra okula dönülürdü. Bu öğretmen bazen Adil Teymur, Emin Işık, Müzekkâ Gürbüz, bazen Bekir Topaloğlu, Hayreddin Karaman, Muhammed Eroğlu bazen Tayyar Altıkulaç Saim Yeprem, Yahya Kutluoğlu… olurdu. Lise birinci sınıf öğrencisiydim. Tatlı bir bahar gününde (17.04.1967) Ahmet Kahraman hocamızın rehberliğinde Fatih’ten Karaköy’e oradan Kadıköy’e geçtik. Adını daha önce duyduğumuz Ali Fuat Başgil’in Osmanağa Camiindeki cenaze merasimine katılacaktık. Namaz kıldık, dua ettik. Nurettin Topçu başta olmak üzere bazı mühim simaları görme şerefine de nâil olduk ve okula döndük.

Başgil’in 15 Ekim1961’de senatör seçilmesini hatırlayamıyorsam da hain darbeci 27 Mayıs’cıların tehdidiyle Cumhurbaşkanlığı adaylığından çekildiği olayını -cami cemaatinin sohbetlerinden- hayal-meyal hatırlıyorum. 1965’de milletvekili oluşunu hatta Şehzadebaşı’ndaki bir mitingde konuştuğunu ise net bir şekilde hatırlıyorum. Genişletilmiş ikinci baskısı 1962’de yapılan Din ve Lâiklik kitabının, İstanbul’da aldığım ilk eserlerden biri olduğunu da ilave etmeliyim.

Tasavvufa iki bakış…

Cumhuriyet dönemindeki değişim ve dönüşümler birçok şeyi açığa çıkardığı gibi pek çok konuyu da örtmüştür. Bazı konuları rayına sokarken bazı meselelerin raydan çıkmasına, adeta tepe taklak olmasına sebep olmuştur. Yanlış müdahalelerden biri de din alanında olmuş “kaş yaparken göz çıkar”ılmıştır. Özellikle ahlâk eğitimi konusunda toplumu besleyen ana damarlardan biri olan tasavvufî hayatla ilgili yasaklar bugün sıkıntısını çektiğimiz birçok hastalıklı halin ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. Tasavvuf ve tarikat dünyasındaki problemlere eğilmek ve mümkün mertebe çözmek varken hepsini yasaklamak, ilk anda meseleyi halleder gibi görünmüşse de zaman içinde daha büyük meselelerin doğmasına sebep olmuştur.

Din ve kültür tarihimizin önemli kurumlarından biri olan tekkeler ve zaviyeler bazı kimselerin zannettiği gibi sadece “Hû eyvallah” diyen, sosyal hayattan kopuk üç beş meczûb dervişle ilgilenmemiştir. Aksine, oluşturduğu atmosferle ilim fikir ve sanat hayatının dehalarına kucak açmış ve ufuk vermiştir. Dolayısıyla mistik kabiliyet ve tecessüsü olan devlet adamları kadar âlim ve sanatkârlar da bu atmosferden istifade etmiş, ruhunu beslemiş ve gönül dünyasını tatmin etmiştir. Osmanlılar döneminde bu üstün vasıflı insanların bir mürşid-i kâmilden istifade etmeleri bir itibar meselesi iken Cumhuriyet devrinde tam aksine itibarsızlaştırmanın birinci sebebi oluvermiştir. Bu olumsuz ve güvensiz ortamda gönül adamlarıyla kurulan ilişkiler ise adeta “kaç/göç” psikolojisi ile yapılabilmiştir.

Sözü Ali Fuat Başgil’e getireceğim ve soracağım: Fransa’nın Grenoble Üniversitesi Hukuk Fakültesinden mezun olduktan sonra Paris Hukuk Fakültesinde doktora yapan, Paris Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümünü tamamlayan Lahey Devletler Hukuku Akademisi Üyesi Ord. Prof. Dr. Ali Fuat Başgil bir derviş miydi? Bu konularla az çok ilgilenen bir kişi olarak siz de “Hayır, hiç duymadım, derviş miydi” diyerek soruyu iade edeceksiniz. Bendeniz de sorunuza cevap bulmak üzere meslektaşım Rifat Okudan’ın yıllar  önce yazdığı ve Tasavvuf dergisi’nde yayınlanan makalesindeki bilgilerle sizi baş başa bırakacağım[1].

Aydınoğlu tekkesi

İstanbul Sirkeci’de Alayköşkü yakınında Aydınoğlu Tekkesi diye bilinen bir irfan yuvası vardı. Kabristanın bir kısmı bugün de mevcuttur. Bu dergâhın son şeyhi yani 1925’te tekkeler kapatıldığında görevde olan zatın adı Bekir Necmeddin Efendi. Tam adı şöyle: Ispartalı Gülyağcı Saatçi Hafız Şeyh Bekir Necmeddin Sıdkî Kâdirî Üveysî Enverî. Mürşidi ise 19. yüzyıl İstanbul’unu güneş gibi aydınlatan gönül adamlarından Osman Şems Efendi. [2]

Bekir Efendi, tekkeler sırlandıktan sonra güzel sesi ve güzel ahlakıyla Haseki Kişihatun camiinde imamlık yaparak ömrünü tamamlamış ve 1942’de âlem-i cemale intikal etmiştir. O yıllarda bu camide müezzinlik yapan Ahmet Efendi’nin şahitliği ile öğreniyoruz ki Bekir Efendi’nin gönül sohbetlerinden -kapalı kapılar ardında da olsa- istifade eden zatlardan biri de Ali Fuat Başgil’dir.

Şeyh Bekir Efendi’nin sohbetleriyle yetişen insanlardan biri de Hafız Hüseyin Kudsi Efendi’dir. Bu zat ise meşhur bestekâr, mûsıkîşinas Hafız Bekir Sıdkı Sezgin’in babasıdır. İsim silsilelerini takip edebilir ve şu soruyu sorabilirsiniz: Bu ilişkileri niçin bilmiyoruz? Kim, kimden, neyi, niçin saklıyoruz?

İki dost

Bu makaleyi okuyunca Ali Fuat Başgil ile Nureddin Topçu arasındaki mahabbeti daha derinden kavradım. Nureddin Topçu’nun 1961’de yayınlanan Yarınki Türkiye isimli eserine Başgil’in takriz yazmasının sebebini ve Başgil’in mezar taşında bulunan Topçu’ya ait şu ifadelerin arkaplanını daha iyi anladım:

“Kırk yıl Türk milletine ilim ve irfan aşılayan, ilmi âsârından, şahsı ilminden, kalbi âlemden büyük Anadolu’nun asil evlâdı Ali Fuat Başgil Rabbinin eşiğine ulaştı. Ruhu için Fâtiha istiyor”

Başgil’in vefatının 55. Yılında bu iki dostu bir defa daha birlikte anmak düşüncesi aklıma geldi. Samsun/Çarşamba doğumlu olan Ali Fuat, Paris’te Hukuk doktorasını tamamlayıp 1929 yılında ülkesine dönerken İstanbul doğumlu olan Nureddin Topçu Felsefe alanında doktora yapmak üzere bu şehre gidiyordu. Başgil Türkiye’ye döndüğünde Maarif Vekâleti Yüksek Tedrisat Umum Müdür Muavini olarak atanırken Topçu 1934’de ülkesine döndüğünde Galatasaray Lisesinde felsefe grubu derslerinin öğretmeni olarak görev almıştır. 1940’lı yıllarda Başgil gönül dünyasının ihtiyaçlarını Kişihatun camiinin loş köşelerinde Bekir Efendi’nin gül kokan sohbetleriyle giderirken Topçu, Zeyrek Camiinin imamı,  Kazan’lı Abdülaziz Bekkine ile sabahlıyordu.

Din ve Laiklik

Başgil’in en mühim kitabı Din ve Lâiklik’tir. Daha önce hazırlanan eserin niçin 1954’te yayınlandığının hüzünlü macerasını müelliften dinleyelim:

“…Eseri parçalayarak bu şekilde kısım kısım neşretmek ve bütünlüğünü bozmak zorunda kaldığımızdan dolayı üzüntü duyuyoruz. Eser, daha önce 1953 senesinin yazı başında bitmiş ve basılmağa hazır bir hale gelmişti. 29. 7. 1953 tarih ve 6787 sayılı ‘Vicdan ve Toplanma Hürriyetinin Korunması’ hakkındaki kanunun çıkması üzerine talihsiz eserimin basılması geri kalmıştır. Aşağıya ilk maddesini not ettiğimiz bu kanun (2) karşısında eseri yeni baştan gözden geçirmeğe ve birçok yerlerini değiştirmeğe, ilmî ve tarihî hakikatlere ait satırlar ve sahifeler çıkarmağa hulasa kanunun çizdiği yasak çerçevesi dairesinde eseri adeta yeniden yazmağa mecbur olduk. Bu yüzden eserin hem intişarı gecikti ve bütünlüğü bozuldu, hem de fikir ve kanaatlerimizden yapmak zorunda kaldığımız hesapsız fedakârlıklar sebebiyle orijinal çehresi buruştu. Buna esef eder ve meşhur Latin mütefekkiri Puplius Syrus’un bundan iki bin sene evvel ifade ettiği acı bir hakikati yirminci asrın ortasında memleketim hesabına üzülerek tekrar eder ve sözü bitiririm: Miserius est arbitrio alterius vivere.[3]

Kitap -bu şekliyle de olsa- neşredilince ne oldu? Bu sorunun acıklı cevabı ise 1962’de yayınlanan ikinci baskının önsözünün sonundadır: “…Senelerden beri bu eserlerdeki hakikatleri yazdığım ve yaydığım için tahammül kırıcı hakaretlere uğradım. Hapsedildim. İşkenceye sokuldum ve kitle düşmanlığı kazandım. Babıali’de Türk düşmanı ve cahil kırması bazı yazarlar beni memleket, hatta hudut dışı memleketlere[4] ‘gerici ve mürteci’ tanıttı. Hakkımda yalan ve iftira yağmuru yağdırdı. Fakat ben bundan hiç yerinmedim. Çünkü inanıyorum ki bu memlekette benim gibi daha beş on gerici ve mürteci olsaydı Türkiye’miz bugünkü perişan hale düşmez, mektep çocukları hocalarını döğmez, hocalar talebesine göz koymaz bazı parti adamları ve gazete sahipleri seçimler ve gazeteleri için diye fabrikadan aldıkları kâğıtları karaborsaya sürmez ve daha neler neler olmazdı. Bana karşı yaratılan düşmanlıklar bu kadarla kalmadı. Herkesi imrendiren büyük bir şereften de beni mahrum bıraktı. [5] Buna da gam yemedim çünkü ben:

O ganîyem ki bu bâzâr-ı cihanda feleğe

Metelik vermek için bende bozukluk yoktur”

1960 ihtilali bu iki şahsiyeti o kadar derinden etkilemiştir ki daha önceki yıllarda siyasi/politik hayatı hiç düşünmedikleri halde kamuoyunun, her ikisinin de senatör olarak Meclis’te bulunmaları talebine hayır diyememişlerdir. 15 Ekim 1961 seçimlerinde Başgil Samsun’dan bağımsız olarak seçildiği halde Topçu Konya’dan seçilememiştir.

Yarınki Türkiye

Aynı yıl yayınlanan Yarınki Türkiye’ye yazdığı takrize, Başgil şöyle başlamıştır: “Değerli fikir adamı Doçent Dr. Nurettin Topçu’nun Yarınki Türkiye’si yarının bir hayal levhası değil, bugünün bir çalışma planı ve bir vazife programıdır. Bu nefis eseriyle Nurettin Topçu bugünün Türk neslini vazife başına çağırmakta ve ona yarınki torunları için yapılması lazım gelen işleri planlaştırmaktadır.” Son cümleler ise şöyle: “O halde ne yapmalıyız? Yarınki Türkiye’yi nasıl ve kimlerin eliyle hazırlamalıyız? İşte aziz okuyucu değerli mütefekkir Nurettin Topçu’nun Yarınki Türkiye’si bu iki sualin cevabını araştırmakta ve bütün dikkatin her şeyden evvel ‘fikir ve ruh cephesinde, ahlâk ve iman cephesinde’ teksif edilmesini tavsiye etmektedir. Biz bütün samimiyetimizle bu tavsiyeye iltihak eder ve yaranın en nazik noktasına parmak basan müellifi, kıymetli mesaisinden dolayı tebrik ederiz”[6]

Millet Mistikleri

 Nurettin Topçu bu aziz dostu ve dava arkadaşı için iki yazı yazdı.

Birincisi vefatından hemen sonra diğeri ise birkaç sene sonra.

İlk yazı Hareket dergisinin17. Sayısında yayınlandı. (Mayıs 1967) Her iki yazının bütününü Topçu’nun Millet Mistikleri isimli eserinde bulabilirsiniz. Bu yazılarda “kalb” merkezli “sır”lı cümleler var. Sanki Topçu, dostunun çok özel bir yönünü ifşa etmemekte ısrarlı.

İlk yazının son satırları şöyle: “Şüphe yok Başgil’in ilmiyle irfanı büyüktü. Memleket çapında, devrimizde eşsiz olarak büyüktü. Ancak onun siyaseti yerlerin dibinde, ilmi de yine alçaklarda bırakan, asla yetişilmez ideâl, ilahî bir tarafı vardı ki onun güneşinde hâlâ ısınıyoruz. Ve Milletim yaşadıkça bir Başgil harikası olarak ruhlarda hayret ve kuvvet kaynağı halinde kalacaktır. Bu onun kalbidir”

İkinci yazının son cümleleri ise şöyle: “Bir gençlik onu, hakikat ve fikir adamı olarak hayranlıkla takip etti. Bir millet onu, hareket ve isyan kahramanı olarak tebcil etti ve bağrına bastı. Lâkin Ali Fuat’ın fikirleriyle hareket kudretine, irfanıyla isyanına çok daha üstün bir tarafı var ki onu sözle anlatmak muhal. İfade onu küçültür, tasvir düşürür. O bir kalp cevheridir. İncil’de söylendiği üzere ‘saf kalpler ne bahtiyardır! Çünkü onlar Allah’ı göreceklerdir.’ Onun kalbi nice cennet nuru ile yıkanmış, Allah eliyle sunulmuş Dost hediyesi, hislerin ve aklın hiçbir zaman kavrayamayacakları ilâhî bir cevherdi. O kalbi görebilenler ne bahtiyardır!”

Topçu, dostu Başgil’in silah tehdidiyle Cumhurbaşkanlığı adaylığından çekilişini Ankara Savaşında Yıldırım’a ihanet eden yakınlarına benzeterek Fuzulî’nin meşhur mısraına sığınmaktadır:

Galiba erbâb-ı istidadı devrân istemez

Yazımıza cenaze merasimi ile ilgili bir geleneği anlatarak başladık. İsterseniz mezar taşı yazısı ile tamamlayalım.

Nureddin Topçu siyaset sirkinin madrabazlarını değerlendirirken Başgil’i, Namık Kemâl ve Hüseyin Avni Ulaş ile bütünleştirmektedir: “Dünyamız bu kahraman şehitlerin hatıraları ile doludur. Kennedy Sokrat’ı düşündürdüğü kadar Başgil de Hüseyin Avni’yi düşündürdü. Her birinin mezarında Namık Kemal’in matemli feryadını işitmemek kâbil değildir:

Ölürsem görmeden millette ümmit ettiğim feyzi

Yazılsın seng-i kabrime vatan mahzûn ben mahzûn

Başgil Hocamızın vefatına yıllar sonra düşürdüğümüz tarih ise şöyledir:

Hakikat için niyet vakti Yâ Hû

Fazîlet için himmet vakti Yâ Hû

Vefatında şeş cihetten ses geldi:

“Ali Fuad’ın Rihlet Vakti Yâ Hû”1387

[1] Aydınoğlu Tekkesi Son Postnişini Hafız Bekir Necmeddin Sıdkî Efendi,  Tasavvuf, sy.19 (2007)

[2]   Geniş bilgi için bk. Osman Şems Efendi Divanından Seçmeler Hazırlayan: Kemal Edib Kürkçüoğlu, Nşr. Mustafa Tahralı İstanbul 1996.

[3]   6187 numaralı 24. 07. 1953 tarihli kanunun birinci maddesi şöyledir: “Siyasî veya şahsî nüfuz veya menfaat temin etmek maksadıyla dini veya dinî hisleri yahut dince mukaddes tanılan şeyleri veya dinî kitapları alet ederek her ne suretle olursa olsun propaganda yapan veya telkinde bulunan kimse bir seneden beş seneye kadar ağır hapis cezasıyla cezalandırılır. Fiil neşren işlenirse hükmolunacak ceza yarı nisbetinde artırılır.”

[4]   Başgil, dibnotta 1961 yılının Şubat ayında Balmumcu hapishanesinde tutuklu iken Fransa’da Lâiklik için faaliyet gösteren bir dernekten konu ile ilgili aldığı mektupa verdiği cevapdan genişçe bahsetmektedir. Din ve Laiklik kitabı konuyu tartışmakla kalmaz Diyanet İşleri Başkanlığı’nın ve İlahiyat Fakültelerinin (Yüksek İslâm Enstitülerinin) kuruluş ve çalışmaları ile ilgili kayda değer tesbit, teklif ve projeleri de ihtiva eder. Ayrıca b. İsmail Kara Cumhuriyet Türkiyesinde Bir Mesele Olarak İslâm İstanbul 2016 c. 2, s 383.

[5]   Cumhurbaşkanlığı makamını kasdediyor.

[6] Topçu, age.

Çok Okunanlar