Gözyaşı, göktaşı gibidir. Koşullar oluştuğunda ateş topuna dönüşür. Kimi gözyaşı şişesinde biriktirir gözyaşlarını kimi mendilinde kimi de başörtüsünde. Bir damla gözyaşının bir meteor taşına eşdeğer olduğunu unutmamak gerekir. Biri gökyüzünün isyanı diğeri bir çift gözün hicranıdır. Gözyaşına sebep olmak göktaşına davetiye çıkarmaktır.
Sen sen ol, bir damla gözyaşının gözden düşme nedeni olma. Hele de dışarıdan bakıldığında bile kalbi kolayca görülenlerin gözyaşına sebep olma. Böyle zamanlarda; gökten yağan meteorların, levh-i mahfuz’da yazılı doğal afetlerin gerekçeli kararını da uzaklarda arama.
Ara bul, kırık bakan kim varsa. Ağlamak, beden dağının çağlayan ırmağıdır, kırık ahşap köprülerden geçer varmak için kahrın duldasına. Bir dağa aç içini belki de bir ırmağa. Dağ taşıyabilir, ırmak yıkayabilir ne varsa. Yani demem o ki taşımayan ve yıkamayan, çare değildir sana.
Şehir insanı her akşam evine açık yaralarla dönüyor; zamana, ölüme ve aşka açık yaralarla. Buna rağmen ağlamayı en az başarabilen şehir insanıdır, gündelik işler arasında ağlamak belki de mesai sonrasına bırakılmıştır. Ya da şehrin olanca kalabalığından, ağlayan gözlere tanık olamayız. Tıpkı şehrin yoğun ışıklarından gece karanlığında gökyüzündeki binlerce yıldızı göremediğimiz gibi.
Birinin gönlüne elem düşürme, elem ölümle kardeştir. Bahardan umudu olana kıştan söz etme. İçimizdeki o mutlu kenti aramak yerine, kıyametler biriktirirdik mürai beğenilerden kendimize. İnsan yitiğini arar; umut yitiktir, hatır yitiktir, söz yitiktir, vefa yitiktir, kırılan kalp yitiktir. Kadim bir gelenektir, yitiği kaybedenden sorarlar.
Ahmet Erhan, Ağıt adlı şiirinde; “Çiçekçi bana bir gül ver/sevgilime değil bir ölü için/Çiçekçi bana bir gül ver/İçine gözyaşlarımı sığdırabileyim” diyor. İçine gözyaşı sığdırılabilen bir gülü yetiştiren eller nasıl da küçüktür kim bilir? Tayfaya da dalgaya da sözü geçmeyen bir kaptanla aynı kaderi yaşamak istemez hiçbir bahçıvan. ‘Ben hiçbir şiirimi tamamlayamadım. Yani bütün şiirlerim eksiktir benim. Çünkü insan elinden çıkan her şey eksiktir’ diyen bir şairi de aynı gemiye koymak isterdim.
Pencerene göç eden bir acıdan öğrenebilirsin, kuşların da sevdalandığını baharla. Sen yeter ki sıkı giy hüznünü, üşümesin kalbin. Sıcak tut kalbini, ayağından önce giden kalbindir çünkü yol kaygısı olmadan. Hüzün ilk öğretmeni, sonbahar son mevsimi olanları da unutma.
Sebeplerin ardında zaman kaybetme, bir gül bahçesini kucaklayıp götür mesela birine. Ona, gülleri ne kadar çok sevdiğini biliyorum de. Sırf bu sebeple, nüfus ve vatandaşlık işleri müdürü ol; adında gül var diye bütün isimlerin başına bir gül ekle. Gör bak o zaman, nasıl da gülistan oluyor baştanbaşa bu ülke, boydan boya bu kabristan. Her güle bir can yakışırdı deseler de yalnız bir tek güle en güzel can yakışırdı gör bak o zaman.
‘Hâl sâridir’ yargısını yabana atma. İyiliğin sirayet eder başka iyiliklere. Başka insanların iyilikleri de siner senin üzerine. Ne kadar da utangaçtır kusur, gözlerimizi kapamamızı isterken bizden. Gözyaşı, öz yaşına denktir insanın. Dokun, dokunsan ağlayacak kim varsa. ‘Benimle ağlar mısın?’ diyen birinin teklifine asla kayıtsız kalma.
Nerede olursan ol, kanadı kırık bir kırlangıca rastlarsan alnından öp. Nergisler üşümesin diye dağlarda ateşler yak. Su taşımayı dene avucunda, susuz pınarlara. Kayan yıldızları bir bir bulup acıyan yerlerine alnını koy. Kimsesiz bir mezarın başında içli içli Yasin oku. Silinecek bir gözyaşı bulunur elbet, mendilini hazır tut yaka cebinde daima.
Bakınca hüznün ilk harfine, ne kadar da tanıdık geliyor sana. Kendine akmaz hiçbir nehir, kendisi için yollara vurmaz kendini. İçindeki balığı, üstündeki yaprağı, varacağı denizi düşünür. Nehir gibi ol, nehir gibi ak sen de. Bir yerde okumuştum: “Sırf birisi iyi geceler (iyi günler de olabilir) demediği için, iyi geçmeyen geceler vardır.”
Omuz verince tabutuna bak nasıl da anladın ağırlığını. Belini büken kendi ağırlığındır, unutma bunu. Elini yanmaktan kurtar bir yetim başı okşamakla. ‘Acılar dilsizdir’ diyen şair ne kadar da haklıdır. Anladım ki donmaktan değil susmaktan çatlarmış dudağı insanın. Oysa köprüden önceki son çıkıştan susanlar ve sır tutanlar çıkabilir ancak.
Hikâyesi olmayan insan, ömründe bir kez olsun âşık olmamış demektir. Yıllardır açmayan bahçendeki leylak bir bakmışsın bir sabah lila rengi gözleriyle gülümseyerek açmış kollarını sana. Ses yoldur, renk rehber, koku menzildir. Güneşe ser aşkını, güneş görmeyen bir aşkın akşamı da erken düşer güne. Kim bilir silinecek kaç gözyaşı, onarılmayı bekleyen kaç kalp kalmıştır senden geriye.
Susarak kaç baharı erteleyebilir, hangi çiçeğin açmasını geciktirebilirsin. Susmak, engel değildir ki mâni olsun gitmelere. Susmak yorgunluktan başka nedir ki? Gitmenin yorgunluk, kalmanın durgunluk olduğu yerde susmak sonsuzluk değildir elbette. Nehir aktıkça durulur, duruldukça durulanır. Gözyaşı; gözlerin ihtirasla, ellerin hassas bir mikyasla konuşmasıdır. Göz, gözyaşı sayesinde duru kalır.
Sen acının tiryakisi değilsin deme hiçbir kimseye, ne acılar saklar dilsiz duvarlar. “Sevin ağlayabiliyorsan/Unutmanın kardeşidir ağlamak” diyor ya Özdemir Asaf bir şiirinde. Aşkın gözyaşı mı gözyaşının aşkı mı daha doğru bir tanımlamadır. Ağlamak bir sanat mıdır yoksa medeniyet mi? Kanımca ağlamak bedii bir sanat, gözyaşı kadim bir medeniyettir.