Edebiyat
Gül/lük – Öncülerle, Arkadan Gelenler Bir Olur mu?
Erbakan Hoca, her gün bir ilde, ilçede, köyde. Gaziantep’e de gelir. Yapılan toplantıda on kişi yoktur. Korumalar, polisler, eskortlar, kameralar, alkışlar yoktur. Ama fedakâr, bir avuç insan vardır. Yağmur altında ıslanan iki insan ve bir arabalık bir kalabalık (?). Erbakan Hoca işte o günde, Gaziantep’te Ali Çeliker’e şunları söyler: Ali, ilerde öyle günler gelecek ki etrafımız insan kaynayacak. Ve bazı çevreler, saracak etrafımızı. Kimi menfaat odakları, işgüzarlar, çok yakınımıza kadar sokulup, sizlerle aramıza girebilirler sakın o zaman da bizi yalnız bırakmayın…
EKLENDİ
-:
Yazar:
Mehmet Nezir GülHer harekette öncüler farklıdır, değerlidir.
Onların her zaman özel yerleri vardır.
Öncüler, her türlü takdire şayan, fedakâr insanlar.
Kutlu davanın meşalesini zor zamanda taşıyanlar.
İslam’ın öncüleri olan ilk Müslümanlar, Resulullah’ın gözbebeğiydi. Habeşistan’a, Medine’ye hicret edenler, Ensar, öncülerdendi.
Bedir ashabı, Uhud, Hendek ashabı, Rıdvan biati mensupları da
Çağımızda da öncüler var. İslami Hareket öncüleri. Sınırımız dışından el-Benna, Seyyid Kutup, Mevdudi, Muhammed İkbal, Said Havva, Şeriati, Malcolm X, Aliya…
Sınırımız içinden; Mehmed Akif, Süleyman Hilmi Tunahan, Said Nursi, Mehmed Zahid Kotku, Sami Efendi, Mahmud Efendi, Nureddin Topçu, İsmet Özel, Sezai Karakoç, Necmeddin Erbakan…
Bir de adı bilinmeyen öncüler vardır.
Kamera arkasında, perde gerisinde ama hep alanda, cephede olan.
Gecenin karanlığında, kimsenin görmediği anlarda, tebliğ yapan, hakkı anlatan öncüler.
Tek bir kişinin aydınlanması için yıllarını eriten öncüler.
Solmaz, pörsümez yeninin, ezeli ve ebedi hakikatin neferi olan öncüler.
Onlar; medyaya, kamuoyuna, halk önüne, toplum karşısına aleni olarak çıkmamış insanlardır.
Onları bilenler bilir, kadirşinaslar bilir ve Hakk bilir.
Milli Görüş fikrinin Türkiye’ye sunulduğu yıllar…
Erbakan Hoca, her gün bir ilde, ilçede, köyde…
Gaziantep’e de gelir. Yapılan toplantıda on kişi yoktur. Korumalar, polisler, eskortlar, kameralar, alkışlar yoktur. Ama fedakâr, bir avuç insan vardır. Yağmur altında ıslanan iki insan ve bir arabalık bir kalabalık (?). Erbakan Hoca işte o günde, Gaziantep’te Ali Çeliker’e şunları söyler:
-Ali, ilerde öyle günler gelecek ki etrafımız insan kaynayacak. Ve bazı çevreler, saracak etrafımızı. Kimi menfaat odakları, işgüzarlar, çok yakınımıza kadar sokulup, sizlerle aramıza girebilirler sakın o zaman da bizi yalnız bırakmayın.
Aradan yıllar geçer. Hoca Gaziantep’e gelmiştir. İstasyon Meydanı tıklım tıklım. Hoca’nın etrafında korumalar, gençler… Konuşmalar yapılır, program biter. Hoca mahiyetiyle beraber, gençler önde, otobüsten inip makam arabasına doğru yönelmiştir. Tam arabasına binmek üzereyken, gözü birine ilişir. Meydanın kenarında bir yerde duran bir adam vardır, derin derin düşünen, etrafını süzen, Hoca’ya dalgın dalgın bakan. Belki de yıllar önceki bazı konuşmaları düşünmektedir.
Erbakan Hoca, arabanın kapısından içeri girmez, yönünü çevirir o kişiye, Ali Çeliker’e doğru yönelir. Ve ikisi hasretle, muhabbetle sarılırlar.
-Sizlerle bizim aramıza hiçbir şey giremez, girmemeli, der Hoca.
Hoca, Gaziantep’e her gelişinde sorar o şahısları, ziyaret eder, davet eder, dinler.
12/02/1998/ Gaziantep
Bursa’ya Merhaba
Bursa’dayım. Osmanlı İmparatorluğu’nun başkent olarak kullandığı bir şehir. Tarihi zenginliklerle dolu bir şehir. Yeşil şehir. Tatlı şehir. Evliyalar, abidler, salihler diyarı bir şehir Bursa…
Bursa’ya gelirken Konya’ya uğradık. Orada Bekir Başarıcı ve İ. Armutçu Hocalarla görüştük. Allah razı olsun, mütevazı, hoş zatlar. Konya’da Mevlana’yı, Fuarı, Alaattin Tepesini geziyoruz. Ve akşamında arabaya atlayıp Bursa’ya geliyoruz. İner inmez yağmur karşıladı bizi. Selamladı bizi, biz de selamını aldık, onu güzellikle andık.
Sabah namazını kılmak için garajın yakınındaki bir camiye gittik. Camiden çıkar çıkmaz kapağı Kaplıcaya attık. Bu arada Mustafa’yla epey ıslandık ama yapacak bir şey yok… Banyodan sonra yine yağmur altında Yeşil’e doğru yöneliyoruz. O gece Mustafa’da kalacaktık. Nihayet varıyoruz eve. Ben birkaç saat kestiriyorum. Mustafa nedense uyuyamamış, bana çarşıya çıkalım dedi. Ben “yok” dedimse de kıramadım. Yine yağmur altında saatlerce dolaştık. Nedense içimizde bir tuhaflık, tarifsiz bir hal vardı. İkindiyi Ulu Cami’de kıldık. Ne muazzam bir eser! İnsan bu gibi mekânlarda daha bir huşu içinde kılıyor namazını.
Mekân insanın ibadetini etkiliyor.
Cemaat insanın namazını etkiliyor.
Hava insanın namazını etkiliyor.
Arkadaş insanın namazını etkiliyor.
Genç oluş insanın namazını etkiliyor.
Ve Ulu Cami insanın ibadetini etkiliyor.
Tam eve doğru gidiyorken Mustafa heyecanla:
-İşte Hasan! dedi. Hemen koştuk O’na doğru.
Gurbette hemşehri, hele hele bir dost, mektep arkadaşının apayrı bir yeri olur. En sıradan bir tanıdık bile sevindirir, duygulandırır insanı.
O gece Hasan’da kalıyoruz.
Eylül 1983/Bursa
Mescid Yok!
Cuma günü Arapça yazılısından çıkıp da izin aldım ve doğruca eve gittim. Eve geldiğimde ses seda yoktu. Çünkü kimse yoktu. Adıyaman Kâhta’da bulunan teyzemleri ziyarete gitmişti tüm aile. Ben de bugün gidecektim ama evin sükûneti bir haftadır beni sarsmıştı gerçekten. Bu insanoğlu çok ilginç ve tuhaf gerçekten. Çocuklar ve kalabalık olunca, gitmelerini, olmayınca da burada yanında olmalarını istiyor. Tuhaf mı, yoksa bir gerçeklik mi?
Gaziantep’e geldiğimde biraz dolaşıp camiye gittim. Namazı kılar kılmaz da terminale yöneldim hemen. Otobüs firmasından biletimi aldım tam rahatladım derken irkildim birden: Abdestim yoktu, dolayısıyla az önceki namazım geçersizdi artık. Rastladığım birkaç kişiye sorduysam da mescidi bilen çıkmadı. Meğer adamların bir kabahati yokmuş çünkü mescid yapılmamış. Evet, Gaziantep gibi Türkiye’nin büyük illerinden birinin terminalinde mescid yoktu.
Kahrolası uygulama…
Tuvaletin lavabosunda abdestimi alıp parkemi bir kenara serdim ve namazımı öyle eda ettim.
Ve kendi kendime sordum; bir Batı kentinde de durum böyle miydi acaba?
Orada da mabetsiz mi bu gibi mekânlar?
Adıyaman’a giderken, Göksu ırmağının kenarında, temeli 1976’larda Erbakan Hoca tarafından atılmış çimento fabrikasını görünce hem sevindim, hem de üzüldüm.
Sevincimin sebebi şehre böylesi bir eserin kazandırılmış olması.
Üzüntüm ise, o yıllarda başlatılan sanayi hamlesinin devamının getirilmemesi ve bu işe öncülük edenlerin alayla karşılanması.
28 Mart 1981/Kâhta
Bir Mazlum
Bir mazlumla beraber oldunuz mu hiç? O’nu dinlediniz mi? O’nunla yan yana olup gözlerindeki hüznü, gece karanlığında bile fark ettiniz mi?
Ben mi? Evet tüm bunları yaşadım ben!…
Bir genç ki on iki yılını ordumuzun muzafferiyetine adamış, samimiyetinden, dürüstlüğünden başka hiçbir kusuru olmamış.
Askerine güzel muamele edip, onu kardeşi olarak görüp bilmiş.
Lojman yaptırmış, susuz karakola milyarlar harcayarak su getirtmiş.
Ama tüm bunların o kadar ehemmiyeti yok son noktada. İki önemli kabahati var: Namaz kılması ve eşinin başını örtmesi.
Ve ferman verilir…
…Evet ben bir mazlumun yanındaydım az önce. Ve bir de mazlum babasının.
Anlam veremiyordu oğlunun başına gelenlere. Şaşıyordu. Oğlu yolsuzluk yapmamış, devlet-millet malına bir zarar vermemiş, görevini aksatmamış, şimdiye kadar hiçbir disiplin cezası almamış (tam tersi, dosyası takdir ve başarı belgeleriyle dolu) ülkesine bir hainlik yapmamıştı.
Öyleyse niçin?
Hep yanında olduğu devleti acaba bu muameleyi neden hak gördü?
Hayıflanıyor, iç çekiyor, gözyaşlarına hâkim olmaya çalışıyor, kendi kendini yiyip bitiriyordu.
Bir mazlumun yanından geldim az önce. Küçük oğlunun bir rüyasını anlatıyordu: Bedeni insan, başı tuhaf bazı yaratıklar babasına ve kendisine saldırıyordu. Çok korkmuştu. Acaba bu rüya ne demekti?
Kendisi teselliye muhtaç baba evladına teselli veriyordu.
Bir mazlumla beraberdim az önce. Mazlum, her şeye rağmen ümitvardı..
Mazlum bir mü’mindi.
Mazlum inancından ödün vermiyordu.
Mazlum inandıklarının doğruluğuna bir kez daha iman ediyordu.
Mazlum; inanç mücadelesinde yeni bir sayfa daha açıyordu.
Mazlum, mazlumdu…
İşte bir mazlumun yanından geldim daha şimdi.
Küçücük yavrusu vardı yanında. Hiçbir şeyden habersiz, babasının ayaklarına sarılmıştı.
Vâkur bir hanımı vardı yanında, onurlu.
Üzgün, kızgın ve kendini suçlayan bir baba vardı yanında.
Ve arkadaşları vardı O’nu teselli etmeye, sabır dilemeye gelen.
Ve ben vardım. Benim de çocuklarım vardı, benim de örtülü eşim vardı, hassas bir babam vardı, benim de arkadaşlarım vardı bana destek olan/olacak, benim de imanım vardı.
Ve mazlumun da, benim de, arkadaşlarımın da, hepimizin de Rabbi vardı tüm olanlara şahit olan ve mühlet veren
Ben bir mazlumun yanındaydım biraz önce.
O mazlum mü’mindi.
O mazlum inancını yitirmemişti.
Ve O mazlumun, Allah’a sunacağı bir belgesi vardı elinde.
Mahkeme-i Kübra’yı beklemekteydi…
20/06/1998/ Nizip