Edebiyat
“Gül Yetiştiren Adam” mı “Diren be Moruk, diren!” mi?
Maraş’ın da edebiyatımızda yeri vardır. Sezai Karakoç’un Maraş ile bağlantısı bilinir. Ne güzel satırlarını, sözlerini biliriz Maraş’a ilişkin. Yedi Güzel Adam’ın, Özdenören’inMaraş bağlantıları da sık sık anılır. Değişik kuşaklardan Necip Fazıl, Abdürrahim Karakoç bu güzel kentimizle anılan diğer isimlerdir.
EKLENDİ
-:
Yazar:
İbrahim Demirciİki aylık edebiyat dergisi Sözcükler’i epeydir okumuyordum. Temmuz-Ağustos 2022 tarihli 98. sayısının kapağında “Gül Yetiştiren Adam” –Oğuz Demiralp- duyurusunu görünce dergiyi edindim.
Sözcükler’in sunuş yazısı imzasız ama derginin sahibi ve yazı işleri sorumlusu A. Turgay Fişekçi yazmış olmalı. “Merhaba,” diye başlayan metin şöyle sürüyor: “Temmuz ayına gelip de Sivas’ı hatırlamamak ne mümkün… Hele yakından tanımışsanız Asım Bezirci’yi, Behçet Aysan’ı, Metin Altıok’u…
Karınca incitmez bu insanların yaşlısı genci otuz yedi aydın insanla birlikte, herkesin gözü önünde yakılmasını hangi vicdan, hangi insan yüreği açıklayabilir, kabullenebilir.
Tarihimizin en büyük utançlarından biridir Sivas 2 Temmuz 1993.
Utanmasını bilmeyen insanların da toplumların da geleceği olmaz.
Bu utançla yüzümüz kızarıyor yirmi dokuz yıl sonra da…
Her 2 Temmuz’da kızaracağı gibi.”
Bu cümleleri okurken yüzüm kızarmadı, midem bulandı. Sivas katliamından 3 gün sonra Başbağlar’da yaşanan katliamı görmezden gelen, yok sayan vicdana vicdan denir mi? Hangi insan yüreği, otuz yedi ölünün yasını tutarken otuz üç ölüyü unutuvermeyi içine sindirir? Sığ olsun, derin olsun devlet denen mekanizmaya kumanda edenlerin desiselerinden, yerli olsun yabancı olsun istihbarat örgütlerinin kirli operasyonlarından az çok haberdar olan hiç kimse bu kadar yüzeysel, pervasız, utanmazca değerlendirmeler yapmaz, yapamaz, yapmamalı. Mide bulandırıcı bir fikir ve ahlâk sefaleti!
Sonra Oğuz Demiralp’ın “Gül Yetiştiren Adam” yazısını arıyorum. Fakat karşıma “DİREN BE MORUK, DİREN!” başlıklı yazı çıkıyor. Bereket, bir sonraki sayfaya Gül Yetiştiren Adam’ın kapak resmini koymuşlar da aradığım yazının o yazı olduğunu anlayabiliyorum. “Gül yetiştiren adam” ile “moruk” arasında kurulan bağlantı canımı sıkmakla birlikte, bakış farklarını hatırlattığı için hoş görülebileceğini düşünüyorum.
Yazının girişi şöyle: “Rasim Özdenören’in kült romanı Gül Yetiştiren Adam’ı siyasal açıdan beğenmeyebilirsiniz ama yazınsal açıdan başarılıdır, yazın tarihimizde yeri vardır. Romanın ilginç ve beni şu anda ilgilendiren bir yönü, merkezindeki direnen yaşlı adam betisidir (figürüdür).
Maraşlı, Kahramanmaraşlı bir ihtiyar, 80 yaşında.
Maraş’ın da edebiyatımızda yeri vardır. Sezai Karakoç’un Maraş ile bağlantısı bilinir. Ne güzel satırlarını, sözlerini biliriz Maraş’a ilişkin. Yedi Güzel Adam’ın, Özdenören’inMaraş bağlantıları da sık sık anılır. Değişik kuşaklardan Necip Fazıl, Abdürrahim Karakoç bu güzel kentimizle anılan diğer isimlerdir.
Maraş’ın kurtuluş Savaşımızda da yeri vardır, hem de çok önemli. Maraş’ın kurtuluşu Millî Mücadelenin önünü açmıştır. Derler ki işgalci güçler Anadolu kıyamının ciddiyetinin farkına 21 Ocak 1920 günü Maraş kurtulunca varmışlar. Beklemedikleri bu yenilgiye tepki olarak, Maraş’ın kurtuluşundan iki ay sonra, 16 Mart 1920 günü İstanbul’u resmen işgal etmişler. İstanbul’u tam denetim altına alarak Anadolu’daki kurtuluş mücadelesini önleyebileceklerini düşünmüşler. Boşuna! Maraş’ın kahramanlığı artık Anadolu’nun tümüne örnek olacaktır.”
Diplomat yazar Oğuz Demiralp’ın Maraş’ın kurtuluş gününün 12 Şubat olduğunu bilmemesine şaştım. 21 Ocak, direnişin bittiği değil, başladığı tarih. Dolayısıyla İstanbul’un işgali, Maraş’ın kurtuluşundan iki ay sonra değil, bir ay birkaç gün sonra. Maraş direnişiyle İstanbul işgali arasında Demiralp’ın söylediği gibi bir bağ var mı, bilmiyorum doğrusu ama bu yoruma kuşkuyla baktığımı söylemeliyim.
Tanpınar üzerine kitapları da olan Oğuz Demiralp, bu yazısında da onu anmış. Tanpınar’ın “Maraş’ın kurtuluşunun kutlanmasını cumhuriyet ruhunun dışavurumu gibi anlat”tığınıyazmış. Demiralp da maalesef, “cumhuriyet ruhu” ile “millî mücadele ruhu” arasındaki büyük uçurumu görmezden gelenler kervanında yerini almış. Aklı rafa kaldırarak, bilimi çiğneyerek, mantığı iptal ederek, sağduyuyu körelterek, vicdanı satarak kotarılmış uzun ve hazin bir kervandır bu kervan. Bu kervanın yolcuları direnişi değil, sürüklenişi seçmişlerdir ama durumun farkında bile değillerdir.
Gül yetiştiren adam, “… savaşarak neyi ortadan kaldırmak istemişlerse, savaştan sonra o gelmişti.” diye düşünür. Belli ki dinselci düzeni sürdürmek için savaşmıştır kahramanımız, “Kuran için, halife için”. Yeni düzene karşıdır. Öylesine karşıdır ki, kırk yıl evinden çıkmayacaktır. “… tam kırk yıl kalmıştı o aynı evin içinde Kuran okuyarak ve ibadet ederek ve yalvararak ve havf ederek.” Belki soracaksınız: “Evden çıkmayınca ne oluyor? Düzen mi değişiyor?” diyeceksiniz. Romanın anlatıcısından alalım yanıtı: “Evden dışarı çıkmasının, insanlar arasına karışmasının istemediği düzeni ‘meşrulaştıracağı’ inancındaydı.”
Oğuz Demiralp, sözünün bu noktasında ilginç yorumlar ve bilgiler sunuyor: “Bu kişi kurmaca. Gerçek hayatta olmaz böyle insan” diye de düşünebilirsiniz. Ben, giyim devrimini içine sindiremeyerek yıllarca tekkesinden çıkmayan bir rıfaişeyhini bilirim.”
Oğuz Bey, o devrimin “giyim devrimi” değil “şapka devrimi” olduğunu, o şeyhin de “şapka” yüzünden sokağa çıkmadığını bilmez mi? Pekâlâ bilir! Fakat gerçekleri perdelemek, akıntıya kapılanların kötü alışkanlıklarından biridir.
Şöyle devam ediyor Demiralp: “Çoğulcu bir toplumda bu tür kişisel seçimler elbette yapılabilir. Nitekim, romanın anlatıcısı da okura hoşgörülü olsun diye gerekli uyarıyı yapar: ‘Kendi hayatını sürdüren bir derviştir o, kimseye kendisi gibi yaşamasını öğütlemez ama kimseyi de kendi hayatına karıştırmaz.’ Dünyaya, sürüp giden hayata böylece sırtını dönmek bir bakıma tarihe karşı çıkmaktır.”
Dünyanın bütün direnişçileri ve devrimcileri “sürüp giden hayata” karşı çıkmışlardır ve böylece tarihe karşı çıkmamışlar, tarihe yeni bir yön vermişlerdir.
Oğuz Demiralp yazısının sonraki ve daha hacimli bölümlerinde çarpık kentleşme üzerinde duruyor; Tahsin Yücel’in Gökdelen romanıyla Reşat Nuri’nin Yeşil Gece’sine değiniyor. Gül Yetiştiren Adam’ı siyasal nedenlerle beğenenlerin 2002’de iktidara geldiklerini, “… İstanbul’un çirkinleşerek büyüme süreci[nin] 2002’den sonra hızlanarak sürdü”ğünü belirtmiş. Bence bu süreç 2002’den çok önce başladı. Ülkemizin gül yetiştiren adamlarından biri olan Turgut Cansever’in projelerini uygulamak, tavsiyelerini benimsemek yerine, paradan başka değer tanımayanların doymak bilmez iştihalarına teslim olan yöneticiler, bu vahim ve sakim talan yoluna girerken “gül yetiştirme” derdinden çok “rant devşirme” hevesinde oldular.
Rasim Özdenören’i ve romanını benimsemiş görünenlerin iktidarında bu çirkinliklerin yaşanmış olması, Oğuz Demiralp’a şu soruyu sordurmuş: “Ne büyük, ne acı bir ironi değil mi?”
Evet, çok büyük ve çok acı bir ironi ama bu ironi, Maraş’ın kurtuluşu için savaşanların, millî mücadele için can verenlerin niyetleri, amaçları ve umduklarıyla 1923 sonrasında buldukları dayatmalardaki ironiyle karşılaştırılsa hangisi “daha büyük ve daha acı” olur, bilemiyorum.