Edebiyat
Gül Yürekleri Fethetmek
Öğrencilerimden bazılarının anne ve babaları farklı millet ve dine mensuptu. Bir kız öğrencimin annesi Türk, babası ise Alman idi. Türkçeyi en zor anlayıp konuşan ama sıcakkanlı, mütebessim, saygılı, sorumlu, azimli, bir öğrenciydi. Kendisiyle yakından ilgileniyordum. Edebiyat derslerinde dil yüzünden çok zorlansa da sınıfta en dikkatli ve ilgili öğrencilerimden biriydi. Özellikle “tasavvuf edebiyatı”nı anlatırken pürdikkat ve gözleri ışıl ışıldı. Ben, millî ve manevi değerlerimizi Yunus Emre ve Mevlâna vasıtasıyla anlatıyordum aslında bu okulda.
EKLENDİ
-:
Yazar:
Ahmet SezginÖğrencilik yıllarımda her türlü maddî imkânsızlığa, türlü çilelere rağmen şahsiyetli, inançlı, edepli, merhametli, adaletli, çalışkan, ülkesine, milletine, bayrağına, dinine, diline hasbî olarak hizmet etmeye sevdalı insan olarak yetişmeye kararlıydım. Ulvî sevdalarımız yolunda hakikatin, akıl, ilim ve irfanın rehberliğinde, okumaya, tefekkür edip sorgulamaya, kendimi her yönden aydınlatıp dengeli ve olgun bir şahsiyet oluşturmaya çalışmıştım.
Ondokuz Mayıs Üniversitesi Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü sabır ve azimle çalışarak ve Allah’ın yardımıyla 4 yılın sonunda başarıyla bitirmiştim. “Yeterlilik ve Yarışma Sınavı”nda Türkiye on dokuzuncusu olmuş ve İstanbul’da Almanca eğitim yapan bir Anadolu lisesine atanmıştım. 14 Şubat 1989’da Türk Dili ve Edebiyatı öğretmeni olarak ilim ve irfan ordusuna bir nefer olarak aşkla katılmıştım.
Gönüllere sevgiyle dokunmaya, gül yürekleri fethetmeye gelmiştim İstanbul’a. Yunus gibi yaratılanı sevecektim yaratandan ötürü. Ama onurlu ve dik duruşumuz olacaktı. “İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın.” diyen erenlerin yolunu rehber eylemiştim kendime. Sağlam, ahlâklı, şuurlu insan ve toplum oluşturmadan sağlam, güçlü ve adil bir devlet oluşamayacağına inanıyordum.
İstanbul’da atandığım okul, normal bir Anadolu lisesi değildi. Almanya‘da “yabancı, pis Türk”; Türkiye’de “Almancı” diye dışlanan, horlanan, iki kültür arasında bocalayan üçüncü neslin dram ve trajedisine şahitlik etmiştim bu lisede. Para ve konfora doymuş ama kalbindeki boşluğu bir türlü dolduramamış; ilgi, sevgi ve manevi değerlere aç öğrencilerdi bu gençler. Büyük bir ahlaki yozlaşma, şuursuzluk vardı öğrencilerde ama çoğu samimi ve saygılıydı.
Okuldaki öğrencilerin çoğu, kendi aralarında, teneffüslerde Almanca konuşuyorlardı. Çünkü bunlar, Almancayı sokak ve okulda, Türkçeyi mutfakta öğrenmiş; her iki ülkede de uyum sıkıntısı yaşayan çocuklardı. Çoğu; bölünmüş ailelerin sevgiye aç, çift kimlikli gençleriydi hatta “günah, sevap, ayıp, edep” kavramlarına bile yabancıydı. Bayrak, İstiklal Marşı, vatan, ezan ve şehitlik kavramlarının anlamından habersizdiler buradaki öğrenciler. Maddî yönden zengin ama manevi bakımdan fakir öğrencilerin bazılarının yakınları yüksek bürokrattı. Amcası veya dayısı bakan, dedesi YÖK Başkanı olan öğrencilerim de vardı bunların arasında.
Türkiye’den sınavla gelen öğrenciler de vardı ama ağırlıklı olarak dili Almanca olan ülkelerde yaşayan gurbetçilerimizin çocukları eğitim görüyordu bu okulda. Bu lise, Avrupa Birliği proje okuluydu. Okulda Almanya’nın maaşlarını verdiği Alman öğretmenler de görev yapıyordu. Yalnızca sosyal branşlarda Türkçe eğitim yapılıyordu. Bu okulda yabancı öğretmenlerin bir misyoner gibi çalıştıklarını kahrolarak öğrendim.“Entegrasyon” adı altında misyonerlik faaliyetleri bile yapılıyordu burada. Ben bir taraftan öğrencilerin kafa ve ruhlarındaki tahribatı gidermek için onların yüreklerine dokunmaya çalışıyor; bir taraftan da “çağdaş, ilerici” kisvesi altındaki “mankurt”larla mücadele ediyordum.
Mesleğimin ilk gününden itibaren sadece okulda, sınıfta, tahta başı öğretmen olmamaya gayret ettim. Öğretmenlik kimliğimi, giydiğim bir gömlek gibi, bir rozet, etiket gibi de taşımadım. Eğitimci vasfını bir hayat tarzı ve öz kimliğim gibi taşımaya büyük bir özen gösterdim. Çileli ilim, irfan ve hizmet yolunda, “Kâbe’ye gitmek için yola çıkan karınca” misali “büyük Türkiye” ve “yeniden diriliş” mücadelesine giriştim.
Başlangıçta çok zorlandım öğrencilerimle iletişim kurmakta. Sonra onları tanımaya, anlamaya başladıkça yarı Türkçe yarı Almanca konuşarak, Yunus irfanıyla, sevgi ve hoşgörü diliyle bu gençlerin gönüllerini fethetmeye çalıştım. Anlamıştım ki, öğrencilerimin yüreklerine giremeden kafasına asla giremezdim. Onlarla özel sohbetler ediyor, onların dertlerini dinliyordum. Öğrencilerime sadece bir öğretmen, rehber değil; ağabey, dost, kardeş olmaya gayret ediyordum. Çanakkale şehitlerini, Selimiye Camii’ni ziyaret ettik öğrencilerimizle. Onlara “Çanakkale ruhu”nu hissettirmek istemiştik. Onlarla okulda voleybol, futbol ve masa tenisi oynuyordum. Yıllık ödev olarak İsmet Özel, Yavuz Bülent Bakiler, İhsan Işık gibi şair-yazarlarla, bazı sinema sanatçılarıyla mülakat yaptırıyordum yetenekli öğrencilerime.
Öğrencilerimden bazılarının anne ve babaları farklı millet ve dine mensuptu. Bir kız öğrencimin annesi Türk, babası ise Alman idi. Türkçeyi en zor anlayıp konuşan ama sıcakkanlı, mütebessim, saygılı, sorumlu, azimli, bir öğrenciydi. Kendisiyle yakından ilgileniyordum. Edebiyat derslerinde dil yüzünden çok zorlansa da sınıfta en dikkatli ve ilgili öğrencilerimden biriydi. Özellikle “tasavvuf edebiyatı”nı anlatırken pürdikkat ve gözleri ışıl ışıldı. Ben, millî ve manevi değerlerimizi Yunus Emre ve Mevlâna vasıtasıyla anlatıyordum aslında bu okulda.
Bir gün derste: “…, sen Hristiyan mısın, Müslüman mısın?” diye sordum. Öğrencim, çok heyecanlı ve ürkek bir şekilde “Hocam, biliyorsunuzdur, babam Alman ve Hristiyan, annem ise Türk. Annem ‘Müslüman’ım’ diyor ama İslam’ı bilmiyor. Ben, Almanya’da doğup büyüdüğüm için küçük yaştan beri kiliseye götürüldüm. Hangi dini seçeceğim konusunda ailem beni özgür bıraktı. Din hususunda şu anda kararsızım ama Tanrıya inanıyorum.” dedi. Bu durum beni çok etkilemiş ve düşündürmüştü.
Öğrencilere edebî romanların yanı sıra dinî eserler, tarihi romanlar da tavsiye etmeye başlamıştım. Kütüphaneden sorumlu öğretmen olarak okul kütüphanesine 2-3 bin civarında eser satın almıştık. Her tür ve fikirden, yerli ve yabancı yazarlardan oluşan kütüphanede her hafta bir iki saat sesli ve sessiz okuma çalışması yapıyordum. Öğrencilerim, kitap okuma alışkanlığı kazanmışlardı ve okuma saatlerini iple çekiyorlardı artık.
Araf’taki kız öğrencimin annesi, bir gün okula gelip kızının beni ve dersimi çok sevdiğini, tasavvuf ve “Yunus felsefesi”nden çok etkilendiğini, kendisinin de bu konuyu çok merak ettiğini söyledi. Tasavvuf ile ilgili Almanca kitaplar varsa kızıyla birlikte okumak istediklerini belirterek bana çok teşekkür etti. Çok şaşırmış ve mutlu olmuştum. Peygamberimiz, dört halife ve İslam ile ilgili birkaç Almanca kitap bulup verdim hakikati arayan bu öğrencime.
Aradan iki üç ay geçmişti. Bir ramazan günü koridorda fotokopi çekerken beni gören bu öğrencim, sıra arkadaşıyla birlikte yanıma koşarak geldi ve “Hocam, ben sizden oldum, ben de Müslüman oldum!” dedi büyük bir heyecan ve sevinçle. Bu kadar hızlı bir değişim beklemiyordum doğrusu. Çok şaşırıp sevinmiş ve heyecanlanmıştım. “…, seni yürekten tebrik ediyorum. Dinimize hoş geldin. Allah yardımcın olsun. Çok mutlu oldum.” dedim sevinçle. “Oruç tutuyor musun?” diye sordum. “Evet, oruç tutuyorum hocam ama cumartesi ve Pazar günleri.”dedi. Hayatımın en büyük mutluluklarından birisini yaşattığı için Allah’a şükür gözyaşları döktüm.
Yunus Emre ile yanmak aşk odunda, / Mehmet Âkif ile kanatlanmak istiklâle,/ Yürek fethini kuşanmaktı öğretmenlik. / Eyüp sabrıyla, elmas dualarla/ Sevdayı taşımaktır güvercin kanadında.
Yurtdışından gelen öğrencilerin çoğu, Almanya’da en alt zekâ seviyesindeki öğrencilerin okuduğu “sonderschule” isimli özel eğitim okulu ile düz lise seviyesindeki “hauptschule”de okumuşlardı. Aslında bu çocukların çoğu, normal zekâya sahiptiler. Ya dil problemi ya da yabancıların Türk çocuklarına uyguladığı ayrımcılıktan bu öğrenciler, bu okullara alınmıştı.
Yurtdışından gelen öğrencilerin içinde en anormal davranışlara sahip, uyumsuz, ders dinlemeyen, sorumsuz, disiplinsiz olan; … isimli bir öğrencimizdi. Ağzında sakız, elinde kola şişesi, sıraların arasında dolaşan, ödevlerini yapmayan, doğru dürüst kitap defter bile getirmeyen bu öğrencimizin dersine giren Alman ve Türk öğretmenlerin çoğu ona “geri zekâlı” teşhisi koymuştu. Anadolu lisesinin orta ikinci sınıfında olan bu öğrenci için öğretmenler “Bu çocuk, bu okula nasıl gelmiş? Bu öğrenci, hiperaktif değil, zekâ özürlü. Bu okuldan özel bir okula gönderilmeli.” diyorlardı. Ben de mesleğimin üçüncü yılında, tecrübesiz olduğum için öğretmenlerle aynı kanaatteydim. Bu sınıfta ders anlatmakta her öğretmen gibi ben de çok zorlanıyordum. Bu öğrencime tatlı bir dil ve sabırla, yaptığının çok yanlış olduğunu, herkesin rahatsız olduğunu, saygılı olması ve ders dinlemesi gerektiğini söylüyordum. … ise her defasında mahcup şekilde “Özür dilerim öğretmenim.” diyor ama biraz sonra benzer davranışları sergiliyordu yine. Ben, yaramazlık yaptıkça ona bir hikâye okuyup özetleme cezası veriyor, yapmazsa sözlü notunu çok düşük vereceğimi söylüyordum.
Bir ay sonra cezası kadar hikâye özetini önümü koydu, zekâ özürlü olduğunu düşündüğümüz öğrencim. Çok ilginç şeyler anlatılmıştı burada. Bu hikâyeleri kendisinin yazıp yazmadığını sorunca “Hocam, bana kızmayacaksınız ama!” dedi. “Tamam, doğruyu söyle, kızmayacağım.” dedim. “Öğretmenim, bu hikâyeleri ben uydurdum.” dedi. Büyük bir şaşkınlık içindeydim ama çok da sevinmiştim. “Aferin, sana!” dedim. Çok mutlu olmuştu. “Gerçekten, doğru mu söylüyordu?”
Öğrenciler, bana ısınmaya başlayınca sınıfta ara sıra espri yapmaya başlamıştım. Ama bu esprilerime en çok da “zihin engelli” damgası vurulan öğrencim gülüyordu. Bu işte bir tuhaflık vardı. Canım iyice sıkılmaya başlamıştı. Bu işin hakikatini çözmeliydim. Bu bozuk sistem, öğrencileri eğitmek yerine, yetenek ve şahsiyetlerini mi öğütüyordu yoksa? Biz de bu çarka hizmet mi ediyorduk?
Öğrencilere yazdırdığım kompozisyonların içinde en ilginç ve güzel olanı, ona aitti. Bu çocuk üstün zekâlı mıydı gerçekten? Bu öğrencimin kompozisyonunu sınıfta okudum. Onu tebrik edip öğrencilerime alkışlattım. Öğrencilerim de şaşkındı, bu öğrencim de. Çok mutlu olmuştuk. Bu öğrencim, dersi dikkatle dinleyip ilginç sorular soruyor, ilginç yorumlar yapıyordu artık. Ben, özellikle onun ilgisini çekecek ders dışı şeyler de anlatıyordum. Öğrencim, Türkçe dersinde çok mutlu oluyor; gözleri ışıl ışıl parlıyordu.
Zihin engelli sandığımız öğrencimizin üstün zekâlı -çok özel- bir öğrenci olduğuna yüzde yüz inanmıştım artık. Beni çok seven, rehber hocalığımı da yapan müdür yardımcısı ve Türkçe öğretmeni meslektaşıma anlattım durumu. Çok şaşırdı ama bana inandı ve tebrik etti beni. “Öğretmenlere de bunu anlatalım, bir öğrencinin hayatı, geleceği söz konusu hocam.” dedim. “Tamam, Ahmet Hocam, bu çok önemli meseleyi ilk toplantıda gündeme getirelim. Ben müdür beye de söylerim.” dedi hocam. Yapılan ilk toplantıda öğretmenlere, bu çocuğa bir de bu açıdan baktıklarında bana hak vereceklerini söyledim. Onlar da bir müddet sonra öğrencimizin “geri zekâlı” değil, tam aksine “üstün zekâlı” bir öğrenci olduğunu anlamışlardı. Öğretmenlik hayatımın ilk yıllarında mesleğimle ilgili çok önemli bir şey başardığıma inanarak çok sevinmiş, mutlu olmuştum.
Aynı sınıfta dikkatimi çeken öğrencilerimden biri de kekeme olan Ö… isimli bir çocuktu. Türkçe derslerini öğrencilerin konuşma, telaffuz yeteneklerini geliştirmek, onlara özgüven kazandırmak, dersi canlı ve zevkli hale getirmek için genellikle soru-cevap metoduyla işliyordum. Konuşma özürlü öğrencim Ö’ye kolay sorular soruyordum. Ö’ye şiir ve hikâyeler okutturuyor, onu konuşturuyor, sabırla dinliyor, arkadaşlarına alkışlattırıyordum. Böylece kekeme öğrencimin heyecanını yenmesini, özgüven kazanmasını sağlıyordum. Kekemelik probleminin, küçük yaşlarda yaşadığı büyük bir korkudan sonra olduğunu aynı sınıfta okuyan kız kardeşi S’den öğrenmiştim. İki bin yıl önce meşhur Filozof Çiçero’nun da önce kekeme olduğunu, çakıl taşlarını ağzına alıp deniz kenarında yüksek sesle konuşarak ünlü bir hatip olduğunu söylüyordum. Ö’nün de bunu yenebileceğine inanmasını istiyordum. Evde de bu sesli okuma egzersizlerini sürekli yapmasını tavsiye ediyordum bu öğrencime. Ö…, sınıfta yokken arkadaşlarına da onunla asla dalga geçmemelerini tembihliyordum. Günler, aylar geçtikçe Ö…, özgüveni daha da artmaya, derslere daha fazla katılmaya, yüzü daha fazla gülmeye başlamıştı.
İstanbul’da üç yıl içinde öğrencilerime vatan, millet, bayrak, ezan, millî marş sevgisiyle birlikte dil, din, tarih ve medeniyet şuuru kazandırmaya çalıştım. Çünkü benim için “Gül yetiştiren adam” gibi sulamaktı toprağı öğretmenlik. Şahsiyetli bir millî kimlikle aidiyet bilinci oluşan öğrencilerimde “kimlik buhranı” da ortadan kalkmaya başlamıştı.
İstanbul’da susuzluğun yanında kira ve geçim derdiyle uğraşırken bazı meslektaşlarım: “Hocam, sen daha gençsin. Bu kadar idealist yaşayarak emekliliği getiremezsin. Öğrenciler çok zengin. Almanya’dan geldikleri için iyi Türkçe de bilmiyorlar. Özel dersten köşeyi dönmeye bak.” diyorlardı bana. Bense tecrübeli meslektaşlarımın telkinlerine rağmen bir takım damatlık elbiseyle her gün okula gidip gelirken bir gün eşimin iki takım elbise almam için bileziğini bozdurup verdiği parayla bile Cağaloğlu’ndan dört beş koli kitap alıp akşam eve dönmüştüm.
Eğitimi aşka dönüştüren idealistliğim sebebiyle İstanbul’da öğretmenlikten başka paralı ikinci bir iş yapmadım. Özel ders, dershane, ticaret gibi para getirecek şeylerden uzak durdum. Kendimi kültüre, şiire, edebiyata ve eğitime verip bir de Cengiz Yalçın isimli okul arkadaşımla “Türk Edebiyatında Ölüm Şiirleri Antolojisi” isimli bir kitap hazırlayıp bir yayınevine teslim etmiştik. Çünkü bizim için “Ak çağın keşfi için kutlu seferi başlatmak, / Yeni yeni türküler yakmaktı öğretmenlik.”
İstanbul’da haftada bir gelen ve içilemeyen su ile kiralık ev derdi iyice bunaltmıştı bizi. Düğünümüzde alınan ve hediye edilen altınları tüketince de çaresiz olarak çok sevdiğim İstanbul’a, dostlarıma ve gül yürekli öğrencilerime gözyaşlarıyla veda ediyordum askerlik öncesi. 1992 yılının Haziran’ında ailemin yaşadığı, doğup büyüdüğüm memleketim Samsun/ Terme’ye dönüyorduk artık.
Terme Lisesinde göreve başlamıştım. Birkaç yıl sonra bir akşamüstü oturduğumuz evin kapı zili çaldı. Karşımda tanımadığım iki genç ile bir erkek ve kadın. “Hocam, bizi tanıdınız mı? Ben İstanbul’dan öğrenciniz Ö….” der demez hemen soyadını söyledim. “Sevgili hocamız, bizi unutmamış.” dediler sevinerek. Sarıldık birbirimize büyük bir hasret ve mutlulukla. Yanındakiler de kız kardeşi S… öğrencim ile Almanya’dan kesin dönüş yapan anne ve babası idi.
Ö…, artık bülbül gibi konuşuyordu. “Hocam, sizin sayenizde ben kekemelikten kurtuldum. Yıllarca size dua ettim. Size teşekkür etmeye geldik sevgili hocam.” dedi. Sevgili ve azimli öğrencim, çok güzel ve akıcı bir Türkçe ile konuşuyordu. Ta İstanbul’dan kalkıp ailesiyle hocasına teşekkür ve vefa ziyaretine gelmişti. O gece ne kadar büyük bir mutluluk ve heyecan yaşadığımı ifade edemem. Allah’a şükür gözyaşları döktüm.
Çok merak ettiğim, üstün zekâlı olduğuna kanat getirdiğimiz öğrencimle sosyal medya vasıtasıyla 20 yıl sonra haberleştik. Beni çok heyecanlandırıp eşimle bana mutluluk gözyaşları döktüren şu mektubu aldım ondan:
“İstanbul’daki okulda benim için verdiğiniz mücadeleyi öğrenince hem çok duygulandım hem de çok mutlu oldum çok değerli ve sevgili hocam. Size çok teşekkür ederim, Allah sizden razı olsun. İsviçre’de de beni ‘Bu çocuk normal değil.’ bahanesi ile zekâ özürlülerin okuduğu bir okula vermek istemişlerdi. Bunun üzerine beni Türkiye’ye, dayımın yanına getirdiler, sizin de öğretmenlik yaptığınız Anadolu lisesinde ortaokula başladım. Orada da benim için bu şekilde hareket ettiklerini bilmiyordum ama siz olmasaydınız bugün sanırım üniversiteye kadar gelme imkânım olmayacaktı.
Ben, İstanbul Ünv. Elektronik Mühendisliği’ni kazandım. Beni zekâ özürlülerin okuluna yollamak isteyen, Türklere her fırsatta tepeden bakan İsviçrelilere karşı bu ülkenin en iyi üniversitesi bilinen Zürich Teknik Üniversitesi (ETH)’ne girmeyi kafama koymuştum. Bir yıl büyük bir azim ve sabırla çalışarak Makine Mühendisliği’ni kazandım. Ancak özel sebeplerden bu okulu bırakmak zorunda kaldım. Almanya’da Braunschweig Teknik Üniversitesi Uçak Mühendisliği’nde okuyorum.
Ben ortaokul/ lise yıllarımda hiçbir dersi sizinki kadar zevkli bulamadım kıymetli hocam. Birçok öğretmenin yaptığı gibi müfredatta ne varsa çocukların kafasına kuru kuru sokmak yerine, ayrı bir tarzınız vardı. Bize eğitimi sohbet ederek sevgiyle veriyordunuz. Bazen konumuz Osmanlılar olurdu bazen de edep, ahlak… Yaptığınız espriler aslında beni hem güldürüyor hem de düşündürüyordu. Bugün bana tarih derslerinde ne öğrendin, diye sorsanız cevap veremem. Sizin dersiniz dışında diğer Türkçe ve edebiyat derslerinde ne öğrendiğimi sorsanız, inanın hatırlamıyorum bile.
Ahmet Hocam, koyun gibi özentili yetişen insan olmamaya çalıştım. Bu yönde en sağlam temelleri siz attınız bende. Ellerinizden sevgi, saygı ve hasretle öperim çok kıymetli hocam.”
Öğrencilerim yüreğime dokundukça ve kardelenlerin açtığını büyük bir sevinç ve umutla gördükçe bu ulvi mesleğe daha bir aşka bağlandım. Kutsal mesleğimle ilgili gül yürekli öğrencilerime ithafen şöyle bir şiir yazdım:
Merhamet çiçeğiyle dokunabilmek gönüllere
Anne ve baba olabilmek sevgi yetimlerine
Çağırmak cinnete gebe akılları cennete
Mis kokulu dualarla gönülleri süslemek,
Boyamak goncaları gökkuşağı renklerle
Nakış gibi dokumaktır aşkı öğretmenlik.
Ayrılırken özdeki yaşları gizleyebilmek,
Tertemiz kardelenlerin hüzünlü gözlerinde
“Yarınki Türkiye”yi görmektir öğretmenlik.
Güzel ve temiz Türkçeyle konuşabilmek,
Şiirden şuura ulaşmak gül yüreklerde,
Yolculuk eylemek aşk medeniyetine,
Yaratan Rabbin adıyla ve aşkla okumak,
Hilâli ak gönüllere yazmaktır öğretmenlik.
Yol alabilmek millîden evrensele
Vicdan terazisinde erdemli olabilmek
Yanabilmek hak ve hakikat aşkıyla
Gül yüreklere ilham vermektir öğretmenlik.
Gerçek aşka şiirlerle mektuplar yazmak,
Kopan bağları sevgiyle bağlamak,
Dirilişi arayan “kendi gök kubbemiz”de
Gönüllere âb-ı hayat sunmaktır öğretmenlik.