Bizimle İletişime Geçin

Eğitim

Gülşende Bir Bülbül: İsa Akgül

Gurbet hayatı yaşayanlar, hele küçük yaşta iken yaşayanlar bilirler; gurbet duygusu içinde olanlar için sevgi dolu bir bakış, şefkat yüklü söz, samimi duygularla ikram edilen bir çayın değeri hiçbir şeyle ölçülemez. İşte İsa Akgül, gurbet duygusunun bütün benliğimi sardığı “leylî” yıllarımda çıkageldi. Boyabat İmam Hatip lisesinde devlet parasız yatılı olarak süren tahsil hayatım devam ederken, gülşene davet eden bir bülbül misali hayatımıza giriverdi.

EKLENDİ

:

Türkiye’de son dönemde yetişen büyük mütefekkir ve şair Sezai Karakoç’un Mona Roza isimli o ünlü, gizemli muhteşem şiiri ile özellikle de “Mona Roza, siyah güller, ak güller” şeklindeki ilk dizesi ile ne zaman karşılaşsam ve ne zaman dilimde canlansa aklıma hep İsa Akgül hocam gelir.

Bu durum şiirin ilk dizesinde yer alan “ak gül” kelimesinden kaynaklanmış olabileceği düşünülebilir. Bu husus, sebeplerden birisi olabilir. Ancak benim için bundan daha öte, daha derinde yer alan bir sebebi bulunmaktadır. Zira beni Sezai Karakoç ile ilk tanıştıran İsa Akgül hocam olmuştur.

Bu girişten sonra hikâyeyi anlatmak üzerime vacip oldu. O zaman Boyabat’taki ‘leylî’ yıllarıma uzanmamız gerekecek. İsa Akgül hocayla bağımız, hoca- talebe ilişkisiyle başlayıp sonra ağabey-kardeş, daha sonraları da sıhri hısımlığa kadar evrildi.

Karadeniz ikliminin hâkim olduğu bir memlekette, Samsun ilinin Vezirköprü ilçesinin, ilçeye yaklaşık yirmi beş kilometre uzaklıkta, yükseklerde konuşlanmış olan şimdiki adıyla Özyörük isimli köyde dünyaya gelmişim. Anamın anlattığına göre bir kış mevsiminde Ramazan ayı içinde dünyaya gözlerimi açmışım. Bu yüzden adımı da Ramazan koymuşlar.

Ramazan kelimesinin anlamlarından birisinin de “çıplak ayaklarla ateş üstünde yürümek, ateşe meydan okumak” olduğu ifade edilmektedir. Kendi küçük dünyamda, kendi çapımda kor ateşler üzerinde yürüdüğümü düşünüyorum. Zira dokuz yaşımda ailemden ayrılarak gurbete çıktım.

Yıl bin dokuz yüz yetmiş dokuz, ilkokul dördüncü sınıfta iken, köyümden ayrılarak Kütahya ilinin Gediz ilçesinin bir köyüne gittim. Dördüncü ve beşinci sınıfı burada bitirdim. Bu ilk gurbete çıkışımda yaklaşık iki yıl ailemle hiç görüşemedim. O zamanlar mektup yazmayı da bilmiyordum.  O gün bu gündür gurbetteyim. Metafizik anlamda bu dünya hayatının zaten bir gurbet oluşu ile kendi hayatımda yaşadığım gurbet, ruhumun derinliklerinde öyle bir gurbet duygusu oluşturmuş ki artık ben gurbetin bir parçası hâline gelmişim.

Gurbet hayatı yaşayanlar, hele küçük yaşta iken yaşayanlar bilirler; gurbet duygusu içinde olanlar için sevgi dolu bir bakış, şefkat yüklü söz, samimi duygularla ikram edilen bir çayın değeri hiçbir şeyle ölçülemez. İşte İsa Akgül, gurbet duygusunun bütün benliğimi sardığı “leylî” yıllarımda çıkageldi. Boyabat İmam Hatip lisesinde devlet parasız yatılı olarak süren tahsil hayatım devam ederken, gülşene davet eden bir bülbül misali hayatımıza giriverdi.

İsa hoca, Boyabat’a geldiği yıl bizim sınıfta “Kelam” dersine girmişti. Uzun boylu, düz siyah saçlı, güzel giyimli, etrafına güven telkin eden bakışları, duruşu, konuşması, öğrencilere hitabı ile farklılığı görmemek mümkün değildi. Derslerimize giren ve onlara göre yaşları fazla olan hocalarımızın tavırların hayli farklı olduğu açıkça anlaşılıyordu. Doğrusu bu tavır, hoca-öğrenci ilişkisi bakımından hiç de alışık olmadığımız bir tavırdı. Daima güler yüzlü, işini severek yapan, kötü söz söylemeyen, anlattığı konulara hazırlanarak gelen, sınıfta bizleri de konuşturmaya çalışan, tartışmaya teşvik eden bir hoca ile karşı karşıyaydık.

İsa Hoca ile yakınlığımız derste verdiği bir ödev sonrası başladı. Kelam dersinde bizlere ödevler vermişti. Maturidilik ile Eşarilik arasındaki farklar konusu bana düşmüştü. Okulumuzun küçük bir Anadolu ilçesi ölçeğinde hatırı sayılır bir kütüphanesi vardı. Zaten okumayı ve araştırmayı sevdiğimden, kaynaklardan yararlanarak elimden geldiğince güzel olmasına çalışarak ödevimi hazırlayıp teslim ettim. Bir sonraki derste sınıfa girince, ödevleri değerlendirdiğini ve bazı ödevleri çok beğendiğini söyledi. İlk olarak da benim ödevi zikretti. Ödevi övdü, beni tebrik etti.  Bu muhavere bizi birbirimize yaklaştırmış oldu.

Bir zaman sonra, sabah ilk ders saatinde beni yanına çağırdı ve kravatını evde unuttuğunu, alıp gelmemi istedi. Hocanın evini zaten biliyordum. Zira yurt ile okul arasında yolumuzun üstündeydi. Ben evden kravatı alıp geldim. Bu durum aramızdaki samimiyeti ve güven duygusunu pekiştirmişti. Daha sonraları beni ve bizleri evinde de ağırladı. Yurtta iki yüz kişilik çıkan yemeklerden sonra, ev yemeklerinin lezzeti konusunda bir şey söyleme gereksiz diye düşünüyorum.

Hocamın muhterem zevcelerinin (ki ben kendisine teyze diye hitap ediyorum, zira hem benim teyzem yok hem de kendisi refikamın teyzesi olur) demlediği çayın, ikram ettiği yemeklerin ve özellikle kabak tatlısının lezzeti hâlâ damağımdadır. Biliyorum burada sunacağım saygı ve hürmetlerim, minnettarlığımı yeterince karşılayamayacak.

Öğretmenler yurtta da “belletmen” olarak görev alıyorlardı. İsa Hoca’nın belletmenlik görevleri sırasında ilişkilerimiz daha da sıklaştı. Bu sohbetlerimiz sırasında kitap okuma konusundaki gayretlerime de muttali olmuştu.

Bir gün beni yanına çağırdı ve bir kitap uzattı. “Bunu oku, sonra üzerinde konuşuruz.” dedi. Kitabı büyük bir sevinçle aldım. Bu arada şunu da ifade etmeliyim ki maddi bakımdan kitap alma konusunda imkânımız hayli yetersizdi. Öte yandan ilçede, kırtasiye ve ders kitapları dışında kitap satan bir yer de yoktu. Kitap okumayı seven ben için, kitap hediye edilmesi büyük bir mutluluk kaynağıydı. Hocanın yanından ayrıldıktan sonra heyecanla kitabı açtım. Hoca imzalayarak bana hediye etmişti. Kitabın kapağında Sezai Karakoç, “İslam’ın Dirilişi” yazıyordu.

Sezai Karakoç ismi ile ilk defa karşılaşıyordum.  Yazımın başımda da ifade ettiğim gibi, İsa Hoca sayesinde günümüzün büyük mütefekkiri ve şairi Sezai Karakoç’u tanımış oldum. Bu kitabı, yine Sezai Karakoç’un “Ruhun Dirilişi” isimli eseri takip etti. Arkasından diğerleri. Kitaplar, dergiler…  “Gülşende bir bülbül” nitelemesini yapmamın sebeplerinden birisi hocanın bu tavrıdır. Bu benim için İsa Akgül, kitaplardan oluşan gülşene davet eden bülbüldür.

Bin dokuz yüz seksen sekizde, hep hayalini kurduğum, dünya gözüyle bir kez olsun görmeyi düşlediğim, bu sebepten dolayı da tercihlerimi sadece o şehirden yaptığım İstanbul’da üniversiteyi kazanmıştım. Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni kazanmıştım. Çok sevinçliydim, yıllardır hayallerimde gezinen, rüyalarımı süsleyen İstanbul’a kavuşmuştum. Ancak derin bir iç sızıntısı da yaşıyordum. Bilmediğim, hiç tanıdığım da bulunmayan bu koca şehirde ne yapacaktım. Bu imkânsızlıklar içinde İstanbul’da nasıl yaşayacaktım.

İsa Akgül hoca, yine bir Hızır gibi imdadıma yetişti. Kendisi yüksek tahsilini İstanbul’da yaptığı için bu şehri tanıyordu. Bana hem kalacağım yer konusunda hem de burs temininde yardımcı oldu. Gülşene davet için şakıyan bülbül vasfını yine göstermişti…

Dört yıl süren yüksek tahsil hayatım müddetince, sık sık İstanbul’a gelen İsa Hoca, bizimle görüşmeden, hâlimiz sormadan dönmezdi. Her gelişinde mutlaka buluşur sohbetinden, teşviklerinden müstefit olurduk. İstanbul’a gelişi uzadığı zaman da mektuplar devreye giriyordu. Benim de vesileler ortaya çıktığında birkaç kez Boyabat’a giderek kendilerini ziyaret etmişliğim vardır.

Fakülte son sınıfa geldiğimde hayatımın akışına olumlu anlamda bir daha dokundu İsa Hoca. Lisede iken veya fakültede okurken bizimle buluştuğunda kendine has ifadesiyle; “Evlat siz okumaya, kendinizi yetiştirmeye bakın, aşk meşk işlerinde dalmamaya gayret edin, zamanı geldiğinde evlenmenizde de yardımcı oluruz.” gibi sözler ederdi.

Fakülte son sınıfta iken, İstanbul’a gelişlerinden birinde biraz da şaka yollu bu sözünü hatırlattım. “Hocam böyle böyle diyordun, işte fakülte sona geldim, aşk meşk işlerine bulaşmadım sözünde dur.” dedim. Hoca yüzüme baktı, gülümsedi, hiçbir şey demedi. Ancak bu gülümseme ve sessizlik evliliğimize kadar gitti. Kısaca artık İsa Hoca ile sıhri hısım da olduk.

İsa Akgül, kendisi güzel bir insan olduğu gibi hocalığı da güzeldi. Bıkmadan, usanmadan bizleri, manevi anlamda gülşene davet etti. Fikri ve manevi anlamda çoraklaşan dünyamızda, güller yetiştirmek, gülşenler oluşturmak için gayret etti. Kendi güzeldi. Güzele, güzel şekilde davet etti.

İsa Akgül, öğretmenlikten sonra belediyecilikle de iştigal etti Yaklaşık on yıl, Eskişehir Odunpazarı Belediyesinde, iletişim ve kültür konularıyla ilgili dairede müdür olarak hizmet etti. Bu görevi müddetince de güzel işlere imza attı.

İsa Akgül’ün şairlik ve yazarlık tarafından söz etmez isek, kendisine haksızlık etmiş oluruz. Yıllardır heybesinde biriktirdiklerini, ekme kıvamına gelince, kitap olarak yayınladı. Böylece gülşene davetini eserleriyle de ortaya koymuş oldu. Üstelik şiirlerini topladığı ilk eserinin adı da “Güller de Ağlar”.

İç kapakta şu dizeler yer almakta: “Bir elimde gül, bir elimde gonca/iki ışık arasında kalakalmışım/Akar gönlüm goncaya/Çok…uzaklarda/Yalnız kalakalmışım”. İlk şiirin ismi “Züleyha Dalgasıyla Güle Yolculuk”. Eserde yer alan 106 şiirin başlıklarına baktığımızda; Sevda Tufanı, Goncagül, Gözyaşı, Gönül Çiçeği gibi isimlerin olduğu görülmektedir. Sadece bu durum bile gül, gülşen, bülbül üçgenindeki anlatımımızı haklı kılmaktadır. Duygu dünyasında yetiştirdiği gülleri, yine hep çoğaltmaya çalıştığı gülşene koyduğu görülmektedir.

Okuyarak, gözlemleyerek, yaşayarak, hissederek biriktirdiklerini, okuyucunun dimağında güzel tatlar bırakacak denemeler şeklinde kitaplaştırdı. Deneme türündeki eserlerinden ilki “Yaramla Yar Oldum”, diğeri ise “Bir Taşın Gül Yüreği” ismini taşımaktadır. Bu iki eserinde, mana aleminde dünyamızın ve ruhumuzun gittikçe çölleştiğine dikkat çekmekte, bu çölleşmeden yine gülşenler oluşturmakla kurtulabileceğimizi ifade etmektedir.

Yukarıda meziyetlerinin ve üstümdeki emeğinin çok azını ifade edebildiğim Hocam İsa Akgül’e, vefa borcumun küçük bir ifadesi olarak bu yazıyı sunsam minnettarlığımı ve şükranlarımı sunmuş olur muyum acep?

Değerli hocam, gülşende, güzele ve güle davet için şakımaya devam etmen dileklerimle.

 

Çok Okunanlar