Söyleşi
Güven Adıgüzel ile Mülâkât
EKLENDİ
-:
Yazar:
Mehmet Önder KarakaşYaklaşık 20 yıllık edebiyat serüveninizde şiir, deneme, anı ve gezi yazısı türlerinde ondan fazla eseriniz mevcut. Güven Adıgüzel bu türler içinden hangisiyle daha farklı bir ünsiyet kurmuştur yahut hangisiyle anılmayı tercih etmektedir?
Şiirin bir edebî tür olarak varlığını, benim payıma düşen ağırlığı/hayatiyeti üzerinden değerlendirebilmem zor. Orda başka türlü bir bağ/ilişki var çünkü. Biraz grift, biraz karanlık, fazlasıyla gerçek… Anılmayı istemek değilse de yerine başka bir şey -sinema dâhil- koyamamayı anlatıyor şiir benim için. Şiir ve diğerleri…
Bir röportajınızda “en özgür” hissettiğiniz alan olarak deneme türünü işaret ediyorsunuz. Sanatçı, özgürlük ve Güven Adıgüzel, deneme bağlamlarında ele alabilir misiniz?
Bu çok kapsamlı bir soru, kendi alanıma doğru çekerek cevaplamaya çalışacağım. Özgürlükten kastım, metnin içindeki dolaşım alanının kendine özgülüğü. Yani Ataç’ın söz ettiği ”ben’in ülkesi” olan denemenin öznel penceresinden bahis açıyorum burda. Deneme, kendinden yola çıkarak söz söylemenin ya da daha doğru ifadeyle kendinden yola çıkmaya cesaret ederek söz söylemenin verimidir. Yazarken düşünmenin kapısıdır elbette. Yargının/sonuç bildirgesinin değil, deşerek açığa çıkarmanın eşiğinde bekler seni. Yazarın metnin içindeki özgürlük alanı, ben ülkesinden seslenmeyi mecbur kılan denemenin ruhuna aittir zannımca. Meseleye buralardan bakıyorum.
Yazarlığı “içten gelen duyguların bir tamamlanışı” olarak tanımlıyorsunuz. Tam da burada, hangi duyguların eksikliğini tamamlamak için edebiyat?
Bunu hangi bağlamda söylediğimi hatırlamıyorum. Nakıs duruyor bu haliyle. Kalemi elime alma gerekçelerim arasında duygu tamamlama yok. Edebiyatın insan ruhunun dehlizlerinde dolaşabilme kudretine -ki bu neredeyse ürpertici bir kudrettir- hayran olmakla başlayan bir ilişki benimki. Edebiyatın, içten/kalpten gelen ve günlük hayat pratiklerimiz üzerinde belirleyici etkileri olan duygu’larımızın açığa çıkıp, üryanlaştığı bir bağlamı elbette var. Ama edebiyat, illa bu minvalde bir gerekçe aranacaksa eksik olanı tam yapmak için değil, en azından benim anladığım biçimiyle bunu fark etmek için, eksiği anlamak için var.
Seyid Çolak ile birlikte imza attığınız Kapan filmi oldukça ses getirdi. Böylece senaryo yazarlığına da selam vermiş oldunuz. Sinema ile olan ilişkinizi derinleştirebilir misiniz?
Bu çok sık cevap verdiğim bir soru. Doğallığın kaybolmaması için benzer şeyleri söyleyeceğim. Kelimeler ve kitaplarla ördüğüm bir dünyam var. Benim açımdan edebiyattan sinemaya geçmek gibi bir durum olmadı. Aynı yerden başka bir dünyaya doğru baktım/bakıyorum sadece. Anlatıcı olmak parantezinde konuşulacak şeyler bunlar. “Görüntü”nün beslendiği sosyoloji, yönetmen veya senaristin bakış açısıyla ilgili bir durumun toplam resmidir bana göre. Bakışınızı belirgin kılan şey her neyse, görüntünün anlamı da o “toplam”a doğru evrilir. Kapan ve yaptığımız diğer işler için, en azından senaryoları açısından söyleyebileceğim şey, tanımadığımız, ait olmadığımız, “biz”i içermeyen bir hikâyenin karikatürünün değil, mümkün bir Türkiye anlatısının peşinde olduğumuzdur öncelikle. Eksik ve kusurlu olabilir yazdıklarımız ama niyetimiz, yola çıkış amacımız; “görüntü”nün estetik bir anlam üzerinden mutlaka buradan konuşmasıdır. Kurmacanın teknik yapısı ya da hikâyeyi sunma biçimleri hakkında tartışabiliriz ama “anlatı”nın konuştuğu yer mühim. Festival şablonunun ne olduğunu biliyoruz, sinemayı öyle bir şablon üzerinden anlamıyoruz. Burada evrensellik adında buz gibi bir zoka da var tabii. Evrensellik, müzik için söylenmiş en büyük palavra (world music, notaların dilsizliği v.s) olmakla birlikte sinema için de aynı hususiyeti taşıyor. Seni evrensellik diye çağırdıkları yer, bütüncüllük/duygudaşlık/ortak acı gibi masum bir çatı değil elbette, kendi aidiyetinden konuşmadıkça, kurgulanmış bir evrenselliğe yem oluyorsun sadece.
Edebiyat kökenli bir yazar olarak senaryo metni kaleme alırken zorlandınız mı? Matematiksel metinler edebiyat için öldürücü özellik taşır mı?
Hayır zorlanmadım. Yalnızca, eğer çekilmezse çöpe atılacak, sürekli müdahaleye açık, içe dönük bireysel değil, dış etkiyle anlamlı kolektif bir metin ürettiğini idrak etmek/buna alışmak edebiyat disiplininden gelen biri için zaman alıyor. Senaryo çok daha teknik bir metin elbette, ama yine de kendi şarkımı söylemeye çalışıyorum. Senarist ve şair aynı kişi evet, ama senaryo ve şiir aynı şey değil. Matematik her durumda hayat kurtarıcı ve her durumda öldürücüdür.
Dijital gelişmelerin ivmeyi edebiyattan sinemaya kaydırdığını söyleyebilir miyiz?
Romanın vazifesini 1980’lerle birlikte sinemaya devrettiğini söyleyebiliriz. Tabii bu, romanın öldüğüne dair bir veri değil. Bugün artık uzun film (sinema) değil, kısa anlatı (dizi) çağındayız. Edebiyat-sinema bağlamı yerine, sözlü kültür-yazılı kültür, matbaa çağının sonu gibi şeyleri konuşmak daha anlamlı. Sonuçta ‘on-line insan’ın doğuşuna şahit olduk. Bu travma bize bir şey söylemeli.
Metinlerinizde coğrafya ve insanın ilişki biçimleri ön plana çıkıyor. İnsan-mekân ilişkisine dair neler söylersiniz?
İnsanı mekândan ayrı düşünmek zor. Varolmayı da biraz böyle anlıyorum. İnsan ilk olarak ayaklarını bastığı yerden hiza alıyor dünyaya ve bütün olup-bitenlere karşı.
Bozcaada günleriniz bu durumun neresinde?
Sakinlik, sessizlik, denizin ortası, rüzgârlar, kendine dönme imkânı, okuyup-yazacak, üretecek bereketli vakitler… Ada, bana bunları bahşettiği için anlamlı. Yani doğrudan bir mekân aidiyetinden söz edemeyiz, yine de denizin / fırtınaların ortasında olma duygusunu seviyorum. Bana yaşama sevinci değilse bile, dayanacak kuvvet veriyor.
Yirmi bir yirmi iki yaşından itibaren çok sık seyahat eden bir yazarsınız. Yolun üzerinizdeki etkilerine dair neler söylersiniz?
Galiba her şey uzakları merak etme duygusuyla başladı bende, başladı ve zamanla hiç bitmeyen şiddetli arzuya dönüştü. Okur-yazarlık heybemdeki en hakikatli şey. Bu heybeyi sırtlanıp yürüyorum. Seyahat etmediğimde içim fena halde sıkılıyor, yollara düşünce iyileşiyorum. Aklımda hep müteferriç zamanlar…
“İyi yazarlar bilirler çalışılabilecek sessiz bir ortam dünyaya bedeldir, sessizliğe de hatta” cümleniz ile ada bağlamında yazar şehir ilişkinizi derinleştirebilir misiniz?
Kendine ait bir oda, kendine ait bir dünya kurmanın ilk eşiğidir. Ben bu odayı Bozcaada’da buldum, o odanın penceresinden bakarak kendi dünyamı inşa etmeye çabaladım. Bu konuda bahtlı mıydım? Belki. Ama o bahta doğru bile-isteye koştum.
Okumak, yazmak ve seyahat etmek dışında keyif aldığınız şeyler var mı?
Elbette. Neşeye düşman değilim. Sıkıcı bir hayatım yok. Sözgelimi; Galatasaray maçlarını izlemeyi severim, duble Türk kahvesini, klasik arcade atari oyunlarını, Aikido’yu, akşam yürüyüşlerini, sinema gecelerini, plak dinlemeyi, mangala oynamayı, mutfağa girip güveç yapmayı, yüzmeyi, eski boks maçlarını seyretmeyi, old scholl Türkçe rap’i, yazları kavunlu dondurmayla vişne-sodayı, her mevsim patlıcan musakkayı, Müslüm eşliğinde ağlamayı ve akşam yemeğinden sonra bir puro yakmayı çok severim.
“Ölümlüler İçin Zamanın Kısa Hikâyesi – Zeynep’e Anlatmadığım Masallar” eserinizdeki metinler, Post-Öykü’de fragmanlar halinde yayımlanma özelliği gösteriyor. Buradan hareketle süreli yayınların yazar disiplinine katkısı olduğunu söylemek mümkün müdür?
Bu benim sürekli kendime sorduğum bir soru. Bir blog açıp, orada da yazabilirsin nihayetinde. Yazı eylemi, disipline olmakla doğrudan alakalı. Bir zorlayıcı, odağını toplayacağın bir hedef ya da daha açık söyleyecek olursak bir son teslim tarihi lazım galiba. Dergiler akışta kalmanı sağlıyor, buna katılırım. Her ay bana teslim etmem gereken yazıları hatırlatan farklı dergilerdeki çok değerli dört editörün varlığı mesela, kupa kupa kahve eşliğinde beni bilgisayar başında sabahlatan motivasyon biraz da bu söz vermiş olmak.
Son İstasyon, Racon ve Çete dergilerinin yayın kurulunda yer aldınız. Onlarca farklı dergide de çeşitli metinler kaleme aldınız. Dergiciliğe dair neler paylaşmak isterseniz?
Genç işi, gençken güzel, deli fişek iken, tutkulu, atak ve cevvalken. Sonra yine oluyor, yine toplanıyorsun bir ateşin etrafında, yine harlıyorsun o ateşi, karanlık yine aydınlanıyor. Ama gençken güzel, tutkuluyken, hesapsızken.
Sonsuzluk kavramı bağlamında edebiyatın anlatıcı rolüne dair neler söylemek istersiniz?
Bu konuya/bağlantıya daha önce -önerdiğiniz şekliyle- hiç kafa yormadım. Sonsuzluğu, bitmeyen ve zamansızlık kavramlarıyla anlıyorum. Edebiyat kendi döngüsüne ait bir sonsuzluğun içinden seslenir insana. Anlatı bitimsizdir. Destan, mit, söylence ve efsanelerden zincirleme şeklinde zenginleşerek gelen öz’ün, modern edebiyat tarihi boyunca bahse konu bu bitimsizliği işaret ettiği söylenebilir. Yani zamansızlık, edebiyatın kendisidir. Devinim, döngü, akış yani hikâye hep devam eder. Soruyu karşılayan bir cevap oldu mu bilmiyorum ama böyle anlıyorum meseleyi.
Hikâyeyi arar mısınız yoksa hikâye gelip sizi mi bulur?
Kalem mesaimde iki durum da mevcut. Ama çoğunlukla, kamerayla anlatılacak hikâyeleri aradığımı, doğrudan edebiyata ait hikâyelere ise rastladığımı söyleyebilirim. Tam tersine de açığım tabii. Gelsin hikâye bildiği gibi.
Sizi ilk defa yazma eğilimine götüren okuma, fark etme ve anlamlandırma süreçleriyle ilgili neler söylemek istersiniz?
Bu konularla ilgili dürüst olmaya çalışırım, ama yazarın başlangıç meridyeni için her zaman daha artistik bir hikâyeye ihtiyacı olur. Yazarı, bir ifade biçimi olarak yazma eylemine götüren şeyin, başka türlü söylemeyi bilmemesi / çıkışsızlığa düşmesi gibi gerekçeler olması beklenir genelde, galiba yazara yakışan budur. Evet, böyle başlangıçları severim. Mecbur kaldığı, sıkıştırıldığı, vahşi bir hayvan gibi kelimelerle boğuştuğu ve nihayetinde kendisini temize çektiği bir anlamın ortasına yumruğuyla imza atan o büyük yazarlarla aram iyidir. Uzak akrabam sayarım onları.
Aslında bu eylemle (yazı) ne murad edeceğini bilmeden yola çıkan, yani hedef gözetmeden ateş açan, derin bir hesapsızlıkla edebiyata başlayan yazarların ömürleri daha uzun oluyor. Kendime dönecek olursam, doğup büyüdüğüm, hayata başladığım yerler, dünyada köşeye sıkıştırıldığımı anlamam için yeterli gerekçeler sunuyordu zaten bana. Kelimelerle anlatmanın büyüsüne/gücüne, okuduğum ilk kitaplarla birlikte doğrudan tanık olduktan sonra hayranlığım da büsbütün arttı. Yazarak düşünmenin -evet bu bir düşünme biçimi- zihin açıcılığını fark ettim ve okur-yazar olarak cephe aldığım dünyaya karşı direncimi güçlendiren bir şey oldu bu.
Okumak, ‘bir gün ben de yazarım’ın anahtarıdır belki ama kesinlikle nihai amacı falan değil. Safi okurluk tek başına çok kıymetli bir şey. Şahsen yazmaya eskisi kadar iştahım yok mesela, ama okuma zevkini hiçbir şeye değişmem. Bildiğim şu; insanı kitaplar dönüştüremez, bir kitap okuyunca hayatın da değişmez, ama işte o yola çıkarır ya seni, yapacağı en değerli katkıyı yapmış olur aslında.
Geriye dönüp baktığımda, çok farklı okuma tecrübeleri sonucunda bulunduğum yere ulaştığımı söyleyebilirim, o tecrübelerin varlığına şükrediyorum. Okumak yürünmesi gereken bir yol, yazmak kaderdir.
Ahmet Haşim şiirde kelimelerden hecelerden yola çıkarak bir müziğe, ahenge yaklaşmaya çalıştı. Ece Ayhan, şiirin gramerini yeniden kurmaya çalıştı. Süleyman Çobanoğlu hece şiirini yeniden literatüre soktu. Bu örnekler arttırılabilir elbette. Buradan hareketle; Güven Adıgüzel şiirde ne yapmak istedi?
Verdiğiniz üç örnek üzerinden de konuşulabilir bu mesele. Ama çok dağıtmadan ilerleyelim. Şiir doğası gereği içinde fazlasıyla iddia barındıran bir tür. Şair personasından bahsetmiyorum. O halde dizeleriyle ortaya çıkanın meydana söyleyeceği bir sözü olmalı mı, şüphesiz. Benim muradım neydi peki? Muradım şiir yazmaktı. İyi şiirler, iyileştiren şiirler. Poetik bir anlamın ayrıntılarından söz edeceksek eğer, ikibin kuşağının; neo-liberal yağmaya, modern dünyanın bunalımlarına ve insanın yeni şaşkınlıklarına doğru bakan, yıkmaya çalıştığın şeye dönüşmenin çok uzak olmadığı bir çağ(d)a yazılmış, kaybedilen sınavların, mükemmel çelişkilerin ve boğucu modernitenin şafağında hayat bulmuş o bulgucu, muhalif, öfkeli dizelerinin ortasında soluk aldım. Gündelik hayatın pratiklerinden, kuşatılmışlık duygusundan ve ruhun mutlak açmazlarından beslenen, elbette kendi sesini arayan şiirlerdi bunlar. İnsana cepheden saldıran her şeye karşı bir şiir’di muradım. Gürül gürül çağıldayan o duru Türkçenin içinde kendimce bir damla olmayı murad ettim. Bir ses sahibi oldum mu, bunu bilmiyorum. Neyi, ne kadar yaptığımıza tanıdığımız en adil hâkim olan zaman karar verecek.
Sizce iyi bir sanatçı, her şeyden evvel çok daha iyi bir okur olmak zorunda mıdır?
İyi bir okur olmak, kitapların sonsuzluğunu keşfeden herhangi biri için vazgeçilmez, ömürlük bir eylemdir. Safi okurluk, zorunluluk değil, bir amaca matuf olarak hayatidir. Nihayetinde sanatçı kıymet bilir.
İşgal edilmiş midir inandığımız tüm çiçekler?
Başka bahçelerde neler yaşandı/yaşanıyor bilmiyorum ama benim inandığım çiçekler çoktan işgal edildi. Yine de acı duymuyorum bundan. Dünyayı acı duyacak kadar ciddiye almıyorum.
Bir şiirinizde “insanı anlamakla meşgulüz” dizelerine yer veriyorsunuz. İnsanın anlam arayışına dair neler söylemek istersiniz?
Bu meşguliyet, ipuçları arayan modernlerin çaresizliğine bir atıftı. En az yüzyıldır biliyoruz ki, insan varoluşunu anlamlandırmak ister, hatta ne yapsa da (pilates dâhil) kaçamaz bu duygudan. Gelmiş bulunduğumuz dünyada bütün yapıp-ettiklerimizin nihai kıymeti bu anlamın içindedir. Bu arayış ölüme hazırlanmayı da içerdiğinden etki alanı daima genişler. Anlam, ölüme huzurlu bir derinlik kazandırır. Bu dünyadan geçtim ve geçerken mutmain oldu kalbim cümlesini gönülden söyleyebilmeyi arzular insan. Anlam nedir peki? En temelde sevmek, değer yaratmak ve bir ideal sahibi olmak belki. Ya da hem mecazen hem de doğrudan anladığın şekliyle insan olmak… Yoksa dünya neye yarar?
Dünya değiştirilebilir mi biraz sıkı tutunca hâlâ?
Kendi dünyamız için, evet. Ama yaşadığımız/maruz kaldığımız mevcut haliyle beş para etmez bu ciğersiz dünyayı artık kıyametten başkası paklayamaz gibi geliyor bana. Rahmetli kardeşim Bülent Parlak ‘’dünya bu piçlere kalacak, en çok ona yanıyorum’’ derdi. Oralardayım. Post-truth zamanlar… Her şey fazlasıyla tuhaf. Elbette tüm çağlar arasında en kötü versiyonu/hali değil bu. Ama ürkütücü, tekinsiz, ümit kırıcı yine de. İnsani olanın ayaklar altında ezildiği, bütün değerlerin bulamaç haline getirildiği ve bilincin teslim alındığı korkunç bir çağ, saçmalıklar çağı bile değil, bir adım daha ötesi. İnsan kalarak direneceğiz. Dünya bu piçlere kalmasın, dileğim bu.
Sizce edebiyat metni hem bir süreklilik hem de bir değişim midir?
Öyle olması beklenir.
Sanat ürünü dilin ötesine geçen midir, dilin ötesine geçemeyen bir metnin sanat ürünü olması mümkün müdür?
Bu soruya cevap vermek için, öncelikle şunu bilmek gerekiyor galiba; bir metnin dilin ötesine geçip geçemediğini neyle/nasıl ölçebiliriz? Bu meseleye dair bir ihtisasım yok. Ait olduğumuz gelenek o aşkın dile ‘’hâl dili’’ demiş zaten. Ama biz kâl ehliyiz. Eksiğiz. Bu bağlamda eğer edebiyat metnini dilin ötesine ulaştıracak olan anlam, edebiyatın sınırları içerisinde teknik bir aşkınlığı imliyorsa, yani okuduğumuz eserin toplamda bizde bıraktığı duygu, dilin sınırları zorlayarak/o kuşatmayı yararak, kendisinden önce yapılmayanı yapıp / keşfedilmeyeni buluyorsa, dilin ötesi hakkında konuşulabilir. Deleuze’ün edebiyat hakkında söylediği; “asla tamamlanmayan, her zaman meydana gelmekte olan ve her yaşanabilir ya da yaşanmış malzemeyi aşan bir oluş meselesidir” tanımı buraya uygun düşer mi, bilmiyorum. Ama yazılı bir metnin dilin ötesine geçebilmesi onu sanat ürünü yapar, cümlesine -bu bağlamda- yazar zaten dili kullanma biçimiyle, özgün-aşkın bir yol tutturmalıdır’la mukabele ediyorum.
Daha genel bir veçhede dil, iletişimi kolaylaştırdığı gibi aynı zamanda sınırlandırır. Yazılı ya da sözlü dili kullanmaya başladığınız anda o sınırlandırmayı kabul etmiş olursunuz. Kelimeler ve sözler, duyguları/anlamı karşılamakta yetersiz kalırlar, buna şüphe yok. Bu bağlamda dil (söz-sözcük) anlamın kendisi değil, yalnızca sembolü sayılmalıdır. Somut kavramlar hakkında ittifak etmek her zaman kolay ama soyutlama başladığında dil iradi olarak manipüle edilme potansiyeline sahip. Doğduğumuz andan beri bizi kuşatan dış dünyanın sınırları/imajları içinden koşullanıp ifade ederiz/tanımlarız çünkü soyutu. Nihayetinde Jameson’un ifadesiyle ‘dil hapishanesi’nde ikamet eder insan. Kâl ehli anlatır, ama hâl böyledir.
Beğenebileceğiniz Gönderiler

