Düşünce
Güzel Yenildik
EKLENDİ
-:
Yazar:
Hüseyin Çolak
Benim sırrımdı aynalardaki sır; ne zaman sırtımı dağlara döndüm, sırrı döküldü bütün aynaların. Hallerin tasviri, hâletin tahlilinin önüne geçince helalin tasfiyesine tanıklık etti varlığımın ruhaniyeti.
Bir kuştan öğrendim örneğin bir ölüyü gömmeyi; tek celsede öğretti bana acının moraran dudağını, Hâbil kıldı beni, bir kez olsun tutmadan Kâbil’in elini. Her maktul masumluğuna şahit tuttu beni, kardeşi kalbine hizalamadan zehirli mızrağını. Biliyorum makul bir pazarlık olmasa da Hâbil olma makamına yükseleceğim bir meleğin kanadında, kabulümsün diyebilirsem kardeşim Kâbil’e.
Dışımda olanca varsıllık varken içimde tıka basa yoksulluk. Ne çabuk unuttum; dizlerinden vurulur, kayıp kentin kızarmayan gülleri. Kapı alınlığında kalan katlim kimden sorulur? İlk celsede hazır bulunacak elbet kalbimin infazının gizli tanığı. Bir sorunun cevabını bilseydim pas geçecektim bütün uçurumları: Onu muntazır, göğsümde uyuyan ölü kuşlardan haberi var mı?
Kokuların, korkulara etkisi olduğuna inanmak farz-ı kifâyedir belki. İmge imge şiir kokuyorsa elleri sevdiğinin ve sen öpebilseydin bir çiçeği öper gibi incecik bileklerinden, hem toprakta hem sır tutmayan dudağında elbet kokusundan önce korkusunun izi kalırdı.
Lavanta kokmuyor artık sokaklar, kuyudan Yusuf çektikçe kurudu kuyu. Kırbalarından yaldızlı sözler düşen korsanlar henüz küçük bir çocukken zaman, sırf suya benziyor diye çarmıha gerdiler Yusuf’u.
Evlerle aramızı açan mimarlardan şikâyetim olacak yaşadıkça. Çiçeksiz bahçeleri arar olduk bahçesiz çiçekleri gördükten sonra. Bir yargıcı yargıladım düşümde, hangi suda kırklanacak bedenim diye. İmzaladım bedenimin yetki belgesini, öfkemi yontmadan, kavgamı yutmadan hiçbir elbise uymuyor cürüm yüklü gövdeme.
Bana siyahın bir renk olduğunu söyleme; hiçbir rengin olmadığı yerde siyaha muhtaç ediyorlar insanı. Rengi düşen her boşluğu siyaha boyuyor boşluk ustaları. Matemin bir rengi olsaydı o da siyah olacaktı. Bense bütün boşlukları maviye boyuyorum, mavi umudumuzdu diye.
Hayattan ne kırptıysan hepsini, ‘güzel yenildik’ diyenlerin ayaklarının altına sermekti emelin. Vakti tamamlamak derdinde değildin. Nasılsa ‘vakit tamam’ diyecek bir ses yükselecekti birinden minarelerin. Kabul görmüş hayallerindendi senin: Kedilere mavi patik, kuşlara bordo eldiven örecektin. Kışta değil, her üşüyen sende üşürdü çünkü.
Yurdunun dönüş yolunu unutan bir kuş gibi kalbim. Saklamaktan yoruldum tenimde izi kalan çatal yürek kesiğini. Hangi meydanda yenildiysem o meydanı yurt edindim kendime. Hudutları belirsiz, suyu ibriğe yüreği hırkaya sarılı yurtsuz göçerlerle paylaşıyorum göğümü.
Kendime sığınmayı maharet, üstüme sinen toprak kokusunu cesaret sanmıştım. Düşmeyi iyi bilirim demekten korkuyorum şimdi düşen şehirlere şahit oldukça. Nasıl da tenha her yer; içim mesai bitimi fabrika önü akşam, içim hıncahınç, içim izdiham. O sonsuz özgürlüğe uçmak istiyorum, ak beyaz tülbendini kırılan kanatlarıma sar usulca.
Filmin sonunda kalbin öldürecek seni demiştin. Hayatın biricik mazereti aşk değil miydi yoksa? Yaşamaktan daha ağır ne vardı insanın sırtında? Ellerime hikâyeler anlatıyorum bazı geceler, alıp başını gitmelerinden korkuyorum senin yokluğunda. Benimki aya bakarken geceye çarpmak gibi bir şey işte.
En gereksiz ders matematiktir eğitim müfredatında; ölen çocukların yaşlarının toplamı bir elin parmaklarını geçmiyorsa. Hangi terzi dikebilir kanayan bir yaranın ucunu? Oğullarını annesiz, annelerini oğulsuz bırakan mevsim söküğü zamanlardan alacaklıysa dünya.
İsmine mevsimlerin seyir defterinde rastlanılmayan yağmurlara aşina sırtımdan gönül kırgınlığı kırbacını eksik etmeyenlerin yüzünde, kedere batırılmış ellerini hatırlıyorum bugünmüş gibi. Ne çok ısıl işlem gördü tenim; zamanın, göğün ve mevsimlerin huyunu bilse de. Küs bana şimdi İsra’nın şehri, ifşa yargılı bir infazdır nihayetinde.
Tanrım zülüflerini bağışla sözlerimin, nabzım ışık hızında henüz: Zülfü yâre dokunmasın. Sazı kırık nazımın, zarfı yırtık niyazımın…
Alnından ceylanlar geçen yeryüzünün hatırına, Nil akan Mısır’ın, Yusuf susan Bünyamin’in hatırına, saçlarını Busrâ’ya uzatan bulutun, Sergius’un değil ama Bahîrâ’nın hatırına, mâh-ı Ken’an hatırına, bir Züleyha gülüşünün hatırına…
Çölü geçti çiçek, yedi kat gökten iner gibi. Bir düş gördü çocuk, gül öldü dediler: Adımı Kerbela’da düşürdüm, bağışla beni.