Edebiyat
Hayalim Gerçek Oluyor ve Artık Ben Bir Öğretmenim
1985’in mart ayının sonlarıydı, güneş kendini göstermeye başlamıştı. Otobüsümüz Nurdağı’ndan Adana tarafına giden yolun kıvrımlı rampalarını çıkmış, Bahçe’den Osmaniye’ye doğru akarken öğretmenliğe başlama heyecanıyla içim kıpır kıpırdı. Zaten Nurdağı’nı geçtik mi bırakın Osmaniye ve Ceyhan’ı; kendimizi Adana’ya varmış sayardık. Eski adıyla Gavurdağı, şoförlerin olduğu kadar yolcuların da korkulu rüyasıydı.
EKLENDİ
-:
Yazar:
Yıldırım Alkış1985’in mart ayının sonlarıydı, güneş kendini göstermeye başlamıştı. Otobüsümüz Nurdağı’ndan Adana tarafına giden yolun kıvrımlı rampalarını çıkmış, Bahçe’den Osmaniye’ye doğru akarken öğretmenliğe başlama heyecanıyla içim kıpır kıpırdı. Zaten Nurdağı’nı geçtik mi bırakın Osmaniye ve Ceyhan’ı; kendimizi Adana’ya varmış sayardık. Eski adıyla Gavurdağı, şoförlerin olduğu kadar yolcuların da korkulu rüyasıydı. Her ne kadar rampalı ve virajlı olsa da eski Fevzipaşa-Almanpınarı yoluna bakarak bu yeni yol daha güzel ve daha emindi. (Burada yeni yoldan kastımız eskinin yeni yolu şimdiki yol değil.)
Osmaniye’nin sesi kulağıma ne kadar sıcak geliyorsa Ceyhan da o kadar soğuktu. Belki de bu soğukluğa sebep on iki eylül öncesinin anarşik eylemleriydi. Ne de olsa Osmaniye halkı daha dindar bilinirdi. Ne var ki mecburdum, ben Ceyhan’a gidiyorum, tayinim Ceyhan Yaltır Kardeşler Ortaokulu’na çıkmıştı. Kader kitabının benim için hazırladığı okumadığım senaryodaki rolümü oynamaya gidiyordum.
Daha evcilik oynadığım günlerde bile öğretmenlik rolünükimseye kaptırmak istemezdim. Bunda ilkokul dönemimin çoğunu sınıf başkanlığıyla geçirmiş olmam da etkili olmuş olabilir. Lise döneminde bazen ümitsizliğe düştüğüm olsa da İlahiyat Fakültesini kazanmak, idealime bir adım daha yaklaştığımın habercisiydi sanki. Hey Allah’ım nereden nereye! Şimdiyse idealim olan öğretmenliğe başlamak için otobüsümüzün Ceyhan yol ayrımında durması yeterliydi. Beni yeni rolümü oynayacağım sahneye bırakıp kendisi Adana’ya devam edecekti. Öyle de oldu. “Selam sana Ceyhan, bak kim geldi?” dercesine daldım bereketli topraklara ev sahipliği yapan ilçeye.
Günlerden cumaydı, doğrudan kendi okuluma gitmek yerine daha önce Ceyhan İmam Hatip Lisesine tayin olduğunu bildiğim Ali Küçükkösen’e selam verip cuma namazını birlikte kıldık ve arkasından bir velinin çocuğunu kayıt için okula götürmesi gibi Ali de beni, Yaltır Kardeşler Ortaokuluna götürdü. Cumadan çıkanlarla sabahçı devrede okuyan öğrencilerin çıkış saatleri birbirine denk gelmişti, ortalık ana baba günüydü. Tam bir bahar havası hâkimdi hem gönlümde hem de mevsimde, neşeme diyecek yoktu.
Ali, Konya Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden okul arkadaşım, aynı zamanda da İlahiyat Camii’nin imamıydı. Güzel de sesi vardı. Medine usulü ezanıyla bizi mest ederdi. Hele “Ashablarım size olsun elveda” kasidesini okuyuşu yok mu, kalpleri yakardı âdeta. Ceyhan’daki evimiz camiye yakındı ama ne çare biz bazen tembellik ederdik. Tembelliğimizin ilacı Ali’nin ezan okumasıydı. O ne zaman ezan okusa evde duramaz camiye koşardık. Bir gün güzel bir ezan okudu ve namazı da kıldırdı. Cemaate devam eden fakat belli ki dinî terimleri henüz yeterince tanımayan biri, çok etkilenmiş olacak Ali’ye hitaben; “Tebrik ederim hocam Müslümanlığın çok kuvvetliymiş.” dedi. Hâlâ arada bir Ali’ye takılırım, “Müslümanlığın çok kuvvetliymiş” diye.
Ceyhan’ın tek çifte minareli camii ile okul yan yanaydı, uzaktan sanki minareler okula aitmiş gibi gözükürdü. İçimdeki soğukluk yerini çoktan iç ısıtan bir havaya bırakmaya başlamıştı bile. Camiye ve minarelere yakın olması iyi de bazen hoşumuza gitmeyen durumlar da olmuyor değildi. Bunlardan sadece ikisini anlatıp geçelim. Birincisi, bir defasında İstiklal Marşı töreni için toplanmıştık. Cuma günü ikindi ezanına denk geldi ve minareden ezan; okuldan daİstiklal Marşı sesleri aynı anda başladı. Üzüldüm tabii, bu marşı yazan ne demiş, bu hanımefendi bize ne yaptırıyor. İdarecilere söyledim ama pek sözümün tesiri olmadı. Bu hadise daha sonraları da tekrarlandı.
“Ruhumun senden, İlâhî, şudur ancak emeli:
Değmesin mabedimin göğsüne nâ-mahrem eli!
Bu ezanlar ki şehadetleri dinin temeli
Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli.”
diyen ruh gitmiş yerini tiyatral ritüeller almıştı sanki.
İkinci hadiseyse, çocuklar bana Kur’an öğrenmek istediklerini söylediler. Gittim Müftü Bey’le görüştüm. İyi bir insandı ama caminin imamına söz geçiremeyecek kadar da acizdi. “Hocam bu çocuklar Kur’an öğrenmek istiyorlar, caminin görevlileri haftada bir gün müsaade ederlerse bu çocuklara ben Kur’an öğretmek istiyorum” dedim. Müftü imamla görüşmüş, “Ben okuturum, Cuma günü ikindi namazından sonra gelsinler”demiş. Çok sevindik ne var ki daha ilk hafta çocukların camiye yaklaştıklarını görünce aceleyle camiyi kilitleyip uzaklaşmış. Çok üzüldük tabii, çok geçmedi trafik kazasında bu hoca öldü, ne yalan söyleyeyim pek fazla üzülmedimdesem…
Okul müdürü Özşan Koban bizi güzel karşıladı ve mutluluğunu alenen ifade etti. Müdür milliyetçi bir insandı, bunu da gizlemezdi. Zaman zaman Erbakan Hoca ile Sinop’tan hemşeri olduğunu da anlatırdı. Maharetli bir insandı; şiir yazar, ud çalardı ve dahi voleybol oynardı. Kaçınılmaz olarak genelde rakip olurduk, maçı lehine çevirmeden bizi eve göndermezdi. Benim de el yazım güzeldi ama onun el yazısı ayrı bir güzeldi, imrenmemek ne mümkün.
Bir hafta önce okulunda bir tane bile Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersi öğretmeni yokken, pazartesi Muhammet Fatih, çarşamba Atilla ve nihayet Cuma günü de Yıldırım göreve başlıyor, nasıl mutlu olmasın aynı okulda Fatih, Atilla ve Yıldırım…
Yaltır, Ceyhan’ın gözde ve rağbet edilen, akademik başarısı yüksek bir okuluydu. Varlıklı ailelerden Yaltır Kardeşler yaptırmışlar ve Millî Eğitim de isimlerini vermiş okula. Seksen öğretmeni ve bin beş yüz civarı öğrencisi olan ve ikili eğitim yapan bir okuldu. Bazı sınıflarda altmış beş öğrenciyle ders yapardık. Kendimi çok şanslı hissediyordum ilçe merkezinde, çalışkan ve afacan öğrencilerin okulunda öğretmen olduğum için.
Okullar arası bilgi yarışması olurdu, tabii ben de organizeden sorumluydum. Çalıştığım yedi yılın altısında, ilçe birincisi olduk. Hele bir sene “karz-ı hasen” sorusunu İmam Hatip Lisesinin orta kısım öğrencileri bilemeyip de bizim okulun öğrencilerinin bilmesi ses getirdi. Bu olay, Din Kültürü dersi öğretmenleri olarak okuldaki kıymetimizin artmasına vesile oldu. Tabii o zamanlar sınavla öğrenci alan liselere geçiş sınavlarında Din Kültürü dersinden soru sorulmuyordu.
Öğrencilerle çok çabuk anlaştık ve kaynaştık. Kırk dakika bize yetmiyor, ders birden bitiveriyordu. Çocuklara hiç “Susun, gürültü etmeyin, dinleyin” dediğimi hatırlamam. Ders başladı mı hep birlikte âdeta boyut değiştirir, başka âlemlere kayargiderdik. Dersin her dakikası soru sormak, derse katılmak serbestti, asla ders kaynatmak gibi niyetleri olmazdı. Öğretmen arkadaşlar, kimi zaman laf atar, bazı değerler üzerinde tartışmak isterlerdi ne var ki söyleyeceğim bazı şeylere hazır olmadıklarını düşündüğümüz için çoğu zaman geçiştirirdik. Biz kavga için değil “sevi” için gelmiştik neticede. Biz bize değer veren, saygıda kusur etmeyen öğrencilerimize harcamalıydık mesaimizi. Onların bize getirdiği çiçekler, müşteri memnuniyetinin bir nişanesiydi.
Bir sabah gittim okula, herkes bana “Selman Rüşdi” diye birini soruyor. Hiç duymamışım, bilgim de yok. Evde henüz tvyok ki haberlerden haberim olsun. “Önce sizden dinleyim Selman Rüşdi konusunda siz ne düşünüyorsunuz?” diye sordum, birkaç kişiden sonra mesele anlaşıldı. Ben de yorumumu ondan sonra yaptım. Tabii ilk fırsatta da tv aldım. Bu da iyi mi kötü mü oldu bilmiyorum.
Mart ayının sonunda göreve başladım, mayıs ayının sonunda okul tatile giriyor. Mezun olma telaşındaki üçüncü sınıf öğrencileri bir taraftan da hatıra defterlerini doldurmaya çalışıyorlardı. Öncelikli olarak öğretmenlerine sonra da arkadaşlarına hatıra yazdırıyorlardı. Bana gelen hatıra defterlerini müsaade alıp bekârhanemize -imam hatip lisesinin bize ayrılan misafirhanesine- götürüp orada yazıyordum, işi aceleye getirmek istemiyordum. Bekâr öğretmenler olarak bu misafirhane de kalıyor, bir ücret ödemiyorduk ama okulun pansiyonunda nöbet tutuyorduk.
Hatıra defterlerine bir şeyler yazmadan önce kim ne yazmış bir göz gezdirip sonra yazıyordum. Tabii genellikle rutin şeyler yazılıyordu, “Kalbin kadar bu beyaz sayfayı bana ayırdığın için …”, “Sepet sepet yumurta sakın beni unutma”gibi. Bense bunu fırsat bilip bazı mesajlar vermeye çalışıyordum. “Yıllar geçse de ahlâkî güzelliğinin kaybolmaması; okuyan, yazan, düşünen, vatanına ve milletine hizmet eden bir hanımefendi/beyefendi olman temennilerimle” gibi şeyler yazıyordum. Okumaya ve yazmaya teşvik ediyordum onları. Elbette bu kadar kısa değildi. Bir de mümkün olduğu kadar güzel yazmaya gayret ediyor, şekil olarak da etkilemeye çalışıyordum.
Nisan ayının sonlarıydı galiba, öğrenci gezisi vardı Toprakkaleve Aslantaş Baraj Gölü Açık Hava Müzesi gezilecekti, ben de katıldım görevli olarak. Bazı öğretmenlerin öğrencilerle samimiyet ötesi lakayt tavırları, hele öğrencilerin içinde alkol kullanmaları beni rahatsız etti. Gerçi onlara göre bira alkol sayılmazdı ya… Yılsonu Öğretmenler Kurulu Toplantısında tüm cesaretimi toplayarak bunu gündeme getirdim. Bunun üzerine okuldan ayrılıncaya kadar Gezi İnceleme ve Turizm Kolu’nun da tapulu rehber öğretmeni olarak görevlendirildim. Konya gezi maceramız başka bir yazının konusu olsun inşallah.
İbrahim Tatlıses’in “mavi mavi” şarkısı gençler arasında çok meşhurdu, bu şarkıyla bir Ramazan ayı gecesinde, eğitim döneminin son deminde dahil olduğum bir yılı noktalamıştık. Yılsonu çok çabuk geldi, doyamadım. Tatile girmeden yeni öğretim yılını özlemeye başladım.
Beğenebileceğiniz Gönderiler
Çok Okunanlar
- Genel-
Öğretmenliğimin Üşüdüğü Günler
- Şahsiyet-
Vefatının 40 Yılında N.F. Kısakürek ve Son Mısraları
- Edebiyat-
Sürgün Çekirdek
- Düşünce-
Tuzu Eksik Aforizmalar
- Tarih-
Feth-i Mübîn ve Fetih Rûhu
- Düşünce-
Procrustes’in Hayaleti: Anlamak mı Yargılamak mı?
- Din ve Hayat-
Hz. Lût’un Fıtrat Çağrısı ve Kavminin Helak Sebebi
- Düşünce-
Bana Yüreğimi Tarif Et