Bizimle İletişime Geçin

Edebiyat

Hortum, Yılan ve Duvar

En iyisi susmalı. Sükût. Ne diyebilirdim ki. Susmak, susabilmek bir marifet değil miydi? Hâlbuki insanlar anlatma hastasıdır.

EKLENDİ

:

 

                                                                                                                                       Kaçırdık son treni.

Kul Duran

 

Epeydir uğramıyordum Sarı’nın kahvesine. Doğrusu uğrayamıyordum. Kısmet bugüneymiş. Oyun oynar, ahbaplarla laflarım biraz, diye girdim içeriye. Boş masa yok; bozuldum buna. Teypte Ferdi çalıyordu. Yeter, diyordu. Âdetten midir, böyle arabesk şarkılar minibüslerde, kahvelerde çalar? Derbederlik tarihe karışır belki bir gün. Dünya üzerindeki kederi bu kadar sahiplenmemiz boşuna zaten, neşe dururken. Fıtrattandır herhalde hüzne olan bu merakımız? Yaşama tutunmayı beceremeyişimize ne demeli peki? Kafamın içinde yığınla soru! Kadere karşı sergilediğimiz teslimiyet ve huzuru hayata karşı bir trajediye dönüştürmekte pek mahiriz. Maşallah! İşte tüm sorulara afili yanıtım!

Kıraathaneye girip tanıdıkların oturduğu bir masaya oturdum, içerisi kızıl kıyamet. Her masadan dumanlar yükseliyor, bu dumanın altında çaylar şangır şangır karıştırılıyor, okey taşlarının tak tak sesleri bu ahenge eşlik edip ortaya kasvetli armonik bir ses çıkıyordu. Aklım bir Ferdi’ye gidiyor bir okey taşlarına. Yancılığın verdiği bir içgüdüyle arada taşları elliyor, şu arayı çekse iş tamam diye içimden yorum yapıyor, işi biraz daha ileri götürüp bu taşı ben çekeyim, deyip taşı çekmeye yelteniyorum. Arkadaş, hadi okey çek, göreyim seni aslanım, diye gırgır geçiyor; keyifleniyorum. Çekiyorum, kırmızı bir. Çeke çeke bunu mu çektin be, diyor arkadaş. Somurtuyor. Susuyorum. 101’de bile şansım tutmuyor, diye iç geçiriyorum.  Yancıya çay yok mu, diye bağırıyorum Sarı’ya. Getiriyor puşt.

“Duyduk Radyo, üzüldük Allah seni inandırsın.” diyor çayı bırakırken. Sesinde ince bir merhamet seziyorum. Az önce ona puşt dediğim için utanıyorum. Bana Radyo deyişine ise aldırmıyorum. Selim Cabul, oldu Radyo Selim. Cabul soyadım. Bu kasabada herkesin bir lakabı var. Yahya desen kimse bilmez, Sarı dedin mi iş tamam. Eşek Mamet, Çilo Kamber, Hortum Ali; Gergedan Necdet… Çok konuşuyormuşum, lakap ondan. Çok konuşandansa az konuşan yeğdir. İnsanlar bunu istiyor. Bizim Sükût Murat uzun süredir konuşmuyor misal. Bir ağaç gibi sessiz. Küs desem değil. Anlaşılmadı desem, o da değil muhtemelen. Belki de derdini susarak daha iyi anlattığı içindir bu sükûtu.  Hem yüzü de güleç hep. Susanlar daha mı mutlu, diye düşünmeden edemiyorum. Zaten insanlar da susanları daha çok seviyor. Vur enseye al ekmeğini hesabı.

“Kul Duran da göçtü.” dedim birden.

“O da kim Radyo?” dedi birkaç kişi. Oyunlarına daldılar sonra. Anlatsam, umursamayacaklar. En iyisi susmalı.

“Susmalıyız değil mi Sükût Efendi?” diye takılıyorum Sükût’a. Gülümsüyor. Hak veriyor.

Radyo, diyor Hortum Ali; gidecek misin Malatya’ya? Okey çekiyor. Keyfi yerine geliyor pezevengin.

Gitmeyecem, diyorum. Arguvan’dayım artık.

Beni duymuyor. Okeyi dört taşının arasına yerleştiriyor. Diğer taşlarının yerini değiştiriyor.

Nice sonra bana dönüyor tekrar, kim öldü, dedin, diyor.

“Kul Duran.”

Akraban mı, tanımıyorum, diyor elini açıp taşları masaya dizerken. Yüzünde el açmanın neşesi. İşleklerini yap, diyorum. Yerlerini gösteriyorum. Kral yancı, diye keyifle bağırıyor. Suratsız… Sıkılıp çıkıyorum kahveden. Neşeye olan bu yabancılığımı, bu ilkelliğimi yadırgıyorum.

“Radyo, nereye, n’oldu?” diye arkamdan sesleniyorlar. Umursamıyorum. Ama bunu da yadırgıyorum.

“Azıcık bekle.” diye bir ses duyuyorum. Dönüyorum, Hortum Ali.

“Radyo,” diyor. Biraz duraklıyor. Beyaz bir pikap geçiyor önümüzden. Hafif bir toz bulutu pikabın ardından yükselip kayboluyor. Bu kayboluşu bekler gibi tam o anda Hortum konuşmaya başlıyor yeniden.

“Radyo be, duyduk çok üzüldük. Hatta o gün Sarı, kahvede oyun oynatmadı. Zaten benim durumu da biliyorsun. Sema golü attı bana. Sonrası malum. Boşanmalar, kavgalar, gürültüler… Yoksa gelmez miydim hiç ziyaretine?”

Hepsine küsüm. Ama tavşan dağa küsmüş dağın haberi olmamış! İnsanların bir yüzü ipek, bir yüzü köpek! En iyisi susmalı. Sükût. Ne diyebilirdim ki. Susmak, susabilmek bir marifet değil miydi? Hâlbuki insanlar anlatma hastasıdır.  Ben de öyle değil miydim? Adım da bu yüzden Radyo olmadı mı? Sözcüklerimi mi tükettim ben?

“Aldırma Hortum, sen anlat bir şeyler.” dedim. “Sema uçtu mu?”

“Anlatmakla biter mi ki!” dedi. Sonra ekledi. “Uçmak hem de ne uçmak!”

“Boş ver, anlatma.” dedim. “Başım ağrıyor.”

Bozuldu. İyi sen bilirsin, dedi. Yüzü düştü.

Aslında zor bir insanım ben. Birinin bunu bana söylememesi de garip. Alın size yadırganacak bir şey daha.

O günü düşündüm, hayatımda bir milat olan o günü.

Heyecanlıydım. Üç arkadaş yıllar sonra yine bir araya gelecektik. Ben, Sema ve Ömer. Sema’nın gelip gelmeyeceğinden emin değildim. Ali’yle o kadar fingirdeştikten sonra bir muhafazakârla evlendi. Kapandı. Mini etekten feraceye geçti. Ali, işini bilen biriydi. Öyle ki biz ona Bilen Ali bile demeye başlamıştık. Sema ise –önceleri- kafasının dikine giden, kimseden korkmaz bir kız. Evlenince işler değişti tabi. Koca it gibi zengin. Müteahhit. Yanlış anlaşılmasın. Ali bizden değil. O, Sema’nın bize yamadığı dördüncü kişi. Bizim üçüncümüz Ömer. Ömer, esmer ve sinsi. Karayılan derdik ona. Nereden nasıl sokacağı belli olmaz. Öyle bir adam. Savaşı çıkarır, insanları kılıçtan geçirir; aaa nolmuş böyle, deyip olanlardan habersizmiş gibi rol keser, işin içinden çıkardı hemen. Bir gün çetin bir cevize toslamasını içten içe hep diledim. Toslamadı daha. Bu gidişle toslayacağı tek şey, ceviz bir tabut. O da eceliyle. Kimsenin yüreğini buz etmeden ölecek namussuz. Hâlbuki ne çok sevmeyeni ne çok nefret edeni var.

Bu Ömer, benim de çalıştığım şirkette müdür oldu. Kök söktürdü herkese. Sema ile de orada tanıştık zaten. O müdür, ben muhasebe, Sema mini etekli sekreter. Bu, Sema’ya yanaşıyor. Sema’dan pas yok. Ben desem ikisine göre toyum. Ayrıca Sema’yı çekici bulmuyorum. Mini etek de kurtarmıyordu onu. Ama Ömer bu, durur mu? Aradı sekreteri, Sema Hanım odama lütfen. Sema Hanım yanıma lütfen. Sema, kızıl saçlarını sağa sola savura savura odasına gitti. Sonra beni çağırdılar. Şirketten para kaçırma, yanlış ve sahte faturalar kesme, gideri fazla gösterme gibi işlere alet etmeye çalıştılar. Bazen göz yumdum yaptıklarına, bazen ortak oldum. Kirli bir ortaklığımız oldu. Aynı zamanda hepimizin elinde kozlarımız. Birimiz konuşursa ortalık darmaduman. Sustuk. O ara Ali şirkete sık sık gelip gitmeye başladı. Başka bir şirkette müdürdü o da. İşini bilen biriydi Ali. Evet, bunu daha önce de demiştim. Bu herif, n’aptı ne etti ayarttı Sema’yı. Ömer kıskançlıktan şişip kızardı. Ali, hoş sohbet. Palavracının önde gideni. Devrin adamı. Kim güçlüyse onun dünyaya bakışını benimserdi hemen. Nerde yağmur, orda tarla hesabı. Dil desen tatlı mı tatlı. Sema, yelkenleri suya bıraktı tabii hâl böyle olunca. Açık açık fingirdemeye başladı Ali’yle. Ali evli. Eşi aşiret kızı, bir duysa ağzına sıçar Ali’nin. Ama Ali bu, karda yürür izini belli etmez. Etmedi de uzun bir süre. Sema uçup bir inşaat şirketinin çatısına kondu. Ömer üzüldü. Ali tınlamadı. Bense şaşkın. Genç yaşımda bunlara şahit olup şaşırmaktan başka yapılacak bir şey varsa o da bunları tecrübe saymaktı. Öyle yaptım.

Hortum, ne o, daldın, diye beni uyandırıyor.

“Bende de hata çok.” diyorum.

“Aldırma.” diyor. “Yattın, cezanı çektin.”

“Ama yaptıkları yanına kâr kaldı onların.” diyorum Hortum’a. Sesim titriyor.  Sonra, vay be Sarı’ya bak, diye sevinçle söyleniyorum.

“Demek hapse girdiğim gün kahvede oyun oynatmadı ha.”

“Öyle,” diye neşeyle araya giriyor Hortum Ali. “Görmen lazımdı, kahve yas evi gibiydi. Güleni kovuyordu Sarı. Millet baktı iş ciddi, sesini çıkarmadı sonra.”

Bununla avunabilirdim. Bununla, bir süre, yüzüme tebessümler, sevinçler, mutluluklar kondurabilirdim. Helal sana Sarı.

Ömer geliyor aklıma. Şirketten o kadar para geçirdi zimmetine. Sema da ortak oldu. Ama tereyağından kıl çeker gibi işi üzerime yıktılar. Buluşacağımız gün gözaltına aldırdılar beni. Sonra hapis. Dört duvar! Sonra benim çıldırmalarım. Bağırış çağırışlarım! Kafamı duvara vurmalarım. Benden korktular(!) Ben, grubun saf çocuğu. Grubun enayisi. Herkese lazım olanından.

“Hortum,” diyorum. “Arguvan’a gelir mi Ömer? Gelir mi o yılan?”

“Gelmez. İstanbul’da işi iyi. Arada görüşürüz hâlâ. Uğramazmış artık buralara.”

Sonra çok önemli bir şey unutmuş da hatırlamaya çalışıyormuş gibi bir süre saçını başını işaret parmağıyla ağır ağır kaşıyor.

“Kim öldü, demiştin.” diye soruyor. Anımsamaya çalıştığı şey buydu demek.

“Kul Duran.”

“Akraban mı?”

“Değil. Hemşerimiz. Mahpusta çok dinledim.”

“Allah rahmet eylesin.”

“Amin.” dedim. Sesimde kırıklık. Sunam Senden Evvel’i mırıldandım. Ömer ve Ali’nin görüşüyor olması dokundu bana. Dördüncü olan kimdi ben mi Ali mi? Mühim değildi artık birçok şey. Kaçırmıştım son treni.

Azıcık neşelen be Radyo, diye beni çimdikliyor Hortum Ali. Düşündüklerimi belli etmemek için soruyorum Ali’ye.

“Ulan Hortum, sen söyle bakalım lakabın Bilen’ken nasıl Hortum’a döndü?”

Gülüyor.

“Müteahhit hortum gibi döşedi bana.” diyor.

Kahkaha atıyoruz. Ali güzel gülüyor. Karısı, Sema’yı duyunca terk etti bunu. Karısı terk ettiğinden beri daha da güzel gülüyor namussuz.

Daha Fazla Yükle

Yorum Bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Çok Okunanlar