Bizimle İletişime Geçin

Düşünce

İnsan, “Ünsiyet” Demektir

EKLENDİ

:

 “İnsan” kelimesinin dil açısından delalet ettiği anlamlardan birisinin “göz bebeği” demek olduğunu daha önceki yazımızda belirtmiş, gözün kara kısmında görünen “insanın gölgesi” anlamına geldiğine de ayrıca işaret etmiştik. “Alışmak, uyum sağlamak” anlamına gelen “üns” masdarı ile de irtibatlandırılan “insân” kelimesi, “ünsiyet” şeklinde de kullanılmaktadır. Teennüs: “insan olmak”,  isti’nâs: “cana yakın olma, vahşi hayvanın evcilleşmesi” anlamlarına gelmektedir. Nitekim “enes” kelimesi vahşetin karşıtı olarak kullanılmaktadır. (“İnsan”, TDV İslâm Ansiklopedisi, 22/320-323)

 

“el-Înâs: Bir adamı râm ve enîs eylemek”, “el-istînâs: Bir adamın veya bir hayvanın vahşetinin ortadan kalkması alışıp üns ve ülfet tutması”; “el-Enîs”: “Üns ve ülfet eden adama” denmektedir. (Âsım Efendi, Kâmûs Tercümesi, 3/2561-62) Râgıb İsfahânî, “ins” kelimesini cinnin, “üns” kelimesini de “ürkmek” anlamındaki “nüfûr” masdarının karşıtı olduğunu söylemektedir. (Râgıb İsfahânî, Müfredât, “ins” md.) Ona göre, insana bu ismin verilmesi hemcinsleriyle birlikte uyum halinde yaşayabilmesiyle ilgilidir. İnsanın “yaratılışı itibariyle sosyal varlık” olarak tanımlanması da bundan ötürüdür. Bundan dolayı insan tabiatı gereği sosyal diğer bir ifade ile medenî bir varlıktır. (“İnsan”, TDV İslâm Ansiklopedisi, 22/320-323)

 

“Hak” ve “Halk” ile Ünsiyet

Ünsiyetle ilişkisi bağlamında “insan” kelimesinin yapısıyla ilgili olarak da bazı görüşler ileri sürülmüştür. إِنْسَانٌ “İnsân” kelimesinin aslının “ins” olduğunu ve kelimenin sonundaki “elif” ve “nûn” harflerinin zâid olduğunu söyleyenler olmuştur. Tahkîk ehli, “insan” kelimesinin tesniye olduğunu söylemiştir. Binaenaleyh “insân” için iki “üns”ün varlığından bahsedilmiştir ki bunlardan birisi “üns bi’l-Hak/Hak ile ünsiyet” diğeri ise “üns bi’l-halktır/halk ile ünsiyet”tir. Bi’r-rûh üns bi’l-Hak ile bi’l-cism üns bi’l-halk ile olur. Bazıları, üns bi’l-ukbâ ve üns bi’d-dünyâ ile menuslardır, demişlerdir. (Âsım Efendi, 3/2561)

 

“Üns” ile “Vahş” Arasında İnsan

Meşhur dilci Asmaî’ye (ö. 216/831) göre, insânın çift olan uzvundan sağına yani insânın nefsi ve vücûdu gelen tarafına “insiy”, öte tarafına yani sol tarafına “vahşiy” denilmektedir. Meselâ elin iç yüzüne ve ayağın üstüne ve bilekçelerin içeri tarafına  “insiy”, mukabillerine “vahşiy” denilmektedir. Ezherî (ö. 370/980), bunun aksini düşünmektedir. Âsım Efendi’ye göre, zâhiren Asmaî’nin kavli ercahtır, zîrâ beşer manâsına olan “ins”ten alınmıştır. Ancak “yemîn/sağ” ve “yesâr/sol” tabîri insânın vücuduna nisbetle olur. “İnsiyyü’l-kavs” yay tutan kimseye karşı gelen yeri için kullanılır ki yayın bağrı olur; av tarafına gelen yerine “vahşiy” denir. (Âsım Efendi, 3/2560) Fârabî’ye göre, “insanlar arasındaki vahşet” ifadesindeki “vahşet” sözcüğü “vahşi” kelimesinden gelmektedir. Bu da, insanlar arasındaki kopukluk ve kalplerin meveddâttan/sevgilerden uzaklaşmasıdır. Gece geldiğinde her vahşi olan uysallaşır; her insan vahşileşir. (Feyyûmî, Mishâb, “vhş” md.)

 

“Makâm”a Ulaşmak İçin  “Üns” “Hâl”ini Yaşamak

“Makâm” ve “hâl” tasavvufta da kullanılan iki terimdir. Tûsî’ye (ö. 378/988) göre, yedi makam on hal vardır. Ona göre, tövbe, vera, zühd, fakr, sabır, tevekkül ve rızâ birer makâm; murâkabe, kurb, muhabbet, havf, recâ, şevk, üns, itmi’nân, müşâhede ve yakîn birer “hâl”dir. (Tûsî, Lüma‘, s. 65-104) Sühreverdî (ö. 632/1234), tövbe, vera, zühd, sabır, fakr, şükür, havf, recâ, tevekkül ve rızâ olarak on makam saymakta ve Tûsî’nin zikrettiklerine şükür ve havf makamlarını eklemektedir. O, muhabbet, şevk, üns, kurb, hayâ, ittisâl, kabz, bast, fenâ, bekâ olarak on hâl saymaktadır. (Sühreverdî, Avârifü’l-Maârif, s. 300) Görüldüğü üzere “üns” de “hâl” olarak kabul edilmektedir.

 

İnsan, dünya üzerindeki serüveninde Rabbine doğru yol alırken bazen farklı “hâl”ler ve “duygular” yaşadığı gibi bazen de durup beklediği “makâm”lar söz konusu olmaktadır. “Makâm” kelimesi Kur’ân’da şöyle geçmektedir.

فَإِنَّ الْجَنَّةَ هِيَ الْمَأْوَىٰ  وَاَمَّا مَنْ خَافَ مَقَامَ رَبِّه۪ وَنَهَى النَّفْسَ عَنِ الْهَوٰىۙ

“Rabbinin makamından korkan ve nefsini kötü arzulardan uzaklaştıran için ise şüphesiz cennet yegâne barınaktır.” (En-Nâziât 79/40-41)

 

Makâm teriminin mücâhede ve sülûk kavramına bağlı olarak doğduğu söylenmektedir. Tasavvufî anlayışa göre, nefis günah ve kötülüklerden mücâhede ve riyâzetle arındırılabilir. Günah ve kötülüklerden aşama aşama uzaklaşan sâlikin yaşadığı sevinme ve üzülme gibi bir anlık duygusal değişmelere hâl, hâlin sürekli ve kalıcı oluşuna makâm adı verilmiştir. Makâm, düzenli ve disiplinli bir gayret sayesinde hâlin istikrar ve süreklilik kazanmış şeklidir. Bununla birlikte hâllerin ancak bir kısmının makâma dönüştürülebileceği ifade edilmektedir. (“Makam”, TDV İslâm Ansiklopedisi, 27/409-410)

 

Sözlükte “değişme, dönüşme, durum ve tavır” gibi anlamlara gelen “hâl”, kelimenin bu anlamından hareketle parlayıp sönen ve sürekliliği olmayan şimşeğe benzetilmiş ve “hâl”, isminden de anlaşılacağı üzere geçici bir şeydir, denilmiştir. Bazılarına göre ise hâl, “Kalbe hulûl eden veya saf zikrin kalbe girmesini sağlayan yok olmayan şeydir” diye tarif edilmiş ve yok olana hâl denemeyeceği belirtilmiştir. (“Hal”, TDV İslâm Ansiklopedisi, 15/216-218)

 

Üns(iyet) “Hâl”i

Sözlükte “alışkanlık, yakınlık, samimi olma, nazlanma” gibi anlamlara gelen üns (ünsiyyet) kelimesi, tasavvufta çoğunlukla Allah’ın cemal tecellilerine mazhar olan sûfînin kalbinde bu ilâhî tecellileri müşahede etmesi ve Hak ile huzurda bulunma “hâl”ini ifade etmek üzere kullanılır. Ünsiyet kazanmaya, yakınlık kurmaya “istî’nâs” denir. (“Üns”, TDV İslâm Ansiklopedisi, 42/348-349) Neticede “üns”, sâlikin yaşadığı bir hâl olup aynı zamanda bir menzil olarak “kurbiyetin/yakınlaşmanın ruhu” diye de ifade edilmektedir. (İbn Kayyim Cevziyye, Medâricü’s-Sâlikîn, 2/407) Tasavvufçuların çoğunluğuna göre “üns”, “şevk” ve “rıza” gibi “muhabbet makamı”nın sonucu gerçekleşen bir “hâl”dir. Ayrıca makâm hissî, hâl ise manevî durumlarla ilgilidir. (Gazzâlî, İhyâ, 1/311, 357)

 

Kalemdeki “Üns” ve “Vahş”

 “Üns” ve “vahş” kelimelerinin kullanıldıkları yerlerden birisi de kalemle ilgilidir. Şakkedilen kalem ağzının yazandan tarafa kalan yakasına “ünsî”, diğerine “vahşî” denilmektedir. (“Kalem”, TDV İslâm Ansiklopedisi, 24/245-247) Binaenaleyh kalem uzaklardan gelen kelimeleri mürekkep vasıtasıyla yazıya dökmekte, harfler ve kelimeler arasında bir ünsiyet oluşturarak sözlük anlamı “güzel” demek olan “cümle”yi meydana getirmektedir.

 

“Din Ünsiyet ve Muhabbete Çağırır”

Büyük tarihçi, filozof ve ahlakçı İbn Miskeveyh (ö. 421/1030) Tehzîbü’l-Ahlâk adlı eserinde “muhabbet” ve “sadake/arkadaşlık” konularını işledikten sonra özetle şunları söylemektedir. İnsanların arasında var olan muhabbet, ünsiyete dayanmaktadır. İnsan, tabiatı gereği ünsiyet sahibi olup vahşi ve ürkek bir yapısı yoktur. İbn Miskeveyh, “insan” kelimesinin “üns”ten türediğini belirttikten sonra kelimenin “unutkanlık” anlamına gelen “nisyân”dan geldiğini söyleyenleri hatalı bulmaktadır. Ona göre, insanda doğası gereği bulunan bu “üns”, hemcinslerimizle birlikte kazanmamız ve özen göstermemiz gereken bir durumdur. Onu kaybetmemek gerekir. Hiç şüphesiz üns, bütün muhabbetlerin başlangıcıdır. (İbn Miskeveyh, Tehzîbü’l-Ahlâk, s. 142, 143.)

 

İbn Miskeveyh, yukarıda zikrettiğimiz başlık altında şunları söylemektedir: “İnsanlarda ünsiyetin meydana gelmesi için din ve güzel adetler vasıtasıyla davetler ve sofralarda bir araya gelme uygulamaları konulmuştur. Din, insanlara günde beş vakit mescitlerinde bir araya gelmeyi emretmiş, cemaatle kılınan namaz tek başına kılınan namazdan üstün görülmüştür. Bu da içlerinde kuvvet halinde bulunan tabîî ünsiyetin fiil boyutuna çıkması, sonrasında onları bir araya getiren doğru inançla pekiştirilmesi içindir. Her gün gerçekleşen bu buluşma, bütün bir mahalle halkı ve sokakta oturanlar için zor değildir. Din sahibinin amacının zikrettiklerimiz olduğuna delil şudur. O, bütün şehir halkına her hafta belirlenmiş bir günde herkesi içine alacak bir camide toplanmalarını emretmektedir ki, tıpkı her gün bir araya gelen ev ve hane halklarının birlikteliklerini sağlayan buluşma gibi, mahalle ve sokaklarda yaşayanların da bir araya gelerek birliktelikleri sağlansın. Sonra, aynı şekilde şehirlilerin, köylülerin ve birbirine yakın yerleşim yerlerinde oturanların senede iki defa bir musallada, kendilerini içine alan açık bir alana çıkarak bir araya gelmelerini emretmektedir ki, mekân onları kuşatsın, aralarındaki ünsiyet yenilensin ve onlar için tanzim edilen muhabbet herkesi kuşatsın. Bundan sonra onlara ömürde bir defa Mekke’deki kutsal mekânda bir araya gelmelerini emretmiştir. Bundan dolayı da, onlar için geniş bir zaman olsun diye, ömürde belirli bir vakit tayin etmemiştir. Tıpkı bir şehrin insanları bir araya geldikleri gibi birbirine uzak şehirlerin insanları da bir araya gelsinler; üns, muhabbet, hayrın kuşatıcılığı ve mutluluk hâlleri tıpkı her sene, her hafta ve her gün bir araya gelenlerin hali gibi olsun. Bununla doğal olan ünste ve müşterek hayırlarda buluşurlar ve aralarındaki din sevgisi yenilenir. Bu vesileyle Allah’ın kendilerini ilettiği hidayetten dolayı O’nu yüceltir ve kendilerini Allah’a karşı takvaya ve itaate ülfet ettirip alıştıran sağlam ve dosdoğru olan dinle sevinirler.” (İbn Miskeveyh, s. 143-144.)

 

Sonuç olarak, yaratılışı ve yapısı gereği medenî ve “ünsiyet” sahibi olan insandaki bu hasletlerin gelişimi ve devamı için din ona destek vermiş; insanı yalnız yaşayan bir varlık olarak değil bilakis onu Hak ile buluşturan ve aynı zamanda hemcinsleriyle uyumlu bir hayat süren, kendisiyle barışık, ülfet eden ve edilen olarak görmüştür. Din, insanın dünya ve ahiret mutluluğu için en başta kendisini yaratan “Hak” ile sonra da bir ferdi olduğu “halk” ile ünsiyet kurmasını istemiştir. İbn Miskeveyh’in dediği gibi din, ünsiyete çağırmıştır. Din, hayatın her alanında evde, sokakta, mahallede, komşulukta, arkadaşlıkta, dostlukta, muhabbette, sevgide, okulda, camide, namazda, cumada, oruçta, zekâtta, bayramda ve hacda insanların bir araya gelip yakınlaşmalarını, ünsiyet kurmalarını istemiştir ki bu vesileyle muhabbet kat kat artarak devam etsin. Şunu da unutmamak gerekir ki, insanın iç dünyasında bir tarafta “üns”, diğer tarafta ise “vahş” bulunmaktadır. İnsan, bir taraftan ünsiyetle medeniyet kurarken diğer taraftan yabanileşerek medeniyetten uzaklaşabilmektedir. İnsan, “insaniyetini” ve “ünsiyetini” yitirdiğinde “vahşi/yalnız” durumu düşmektedir. Bu yalnızlığı ortadan kaldırmanın yolu ise Hak ve halk ile güzel bir ünsiyet kurmaktan geçmektedir.

 

Sözü, büyük müfessir ve filozof Râzî’ye (ö. 606/1210) nispet edilen bir mısra ile bitirelim:

 وأرواحنا في وحشة من جسومنا  

“Ruhlarımız bedenlerimizde bir ayrılık ve yalnızlık içerisindedirler.” (Fahreddîn Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb, 1/8)

Daha Fazla Yükle

Yorum Bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Çok Okunanlar