Bizimle İletişime Geçin

Edebiyat

Kafamda Saçkıranlar

En büyük abim hapse gireli artık saymamızı gerektirmeyecek kadar olmuştu. Yeri gelmişken, abimin adı Ömer, ‘Delü Omar’ derler. Babamı en iyi hatırlayanımız ve dolayısıyla baba yerine koyduğumuz da o. Tabii o sorumluluklar altında, her şeye aklının ermesinin karşısında ezile ezile içkiye başlamış. Samanların içine girerdi, sızana kadar kafayı çekerdi. Korkardık onu fark etmeyen bir köylü samana dirgenle dalıp abimi de yaralayacak diye. Belinde babamızdan kalma silahı, elinde cigarasıyla gezerdi bazen de.

EKLENDİ

:

Evin damı üzerimize çökeli on gün olmuştu. Abim hapse gireli, unuttum kaç gün olduğunu ama unuttuğuma göre epey olmuştu. Dam üzerimize neden çökmüştü, abim neden hapisteydi, zamanı gelince söylerim. Belki de söylemem. Bekleyip görürüz.

İşte o sıralarda hem taze âşığım hem yetimim. Anne desen bırakıp gitti. Ablalar kocaya kaçtı. Yine de âşığım işte. Okula gidiyoruz, hoca odun getirmeyenleri sopalıyor. Süt tozu gelmiş Amerika’dan. Suya katıp veriyor bize. Ben, bana ne olduğunu anlamaya çalışıyorum. Süt tozunun suya karıştığı anda bile cevap arıyorum. Kafamda saçkıranlar… Gözlerim onu arıyor, bulduğunda utangaçlığıma yenik düşüp başka tarafa dönüyor. Gözlerim yeşil… Onunkiler koyu kahve. Benimkiler de koyu kahve olsun istemiştim. Acemice hayaller kurmuştum. Savruk, belirsiz ama cömert hayaller… Neden böyleydi? Çünkü ana baba yok. En büyüğümüz hapiste. Ablalar kaçmış, kocaları bizi istemez. Üstelik saçkıran geldi buldu beni.

Okuldayız, hoca geç gelenleri azarlamış, günlük fırçalar çekilmiş. Gözlerimiz buğulu buğulu, teneke sobanın alevi kurutuyor yaşımızı. İyi ki kurutuyor. Hep beraber yaptığımız sıva çatlamaya başlamış. Bu çatlaklar da olmasa duvarlarımız bomboş. Bazen dalıp gidiyorum. Babamı hatırlamaya çalışıyorum. Çatlaklar derinleşiyor, babamı bulmaya çalışıyorum içinde. Bıyığı nasıldı? Kardeşlerimden hangisi ona en çok benziyor? Acaba ben mi? Kafamda neden saçkıran var? Derken içeri bizim Kötü Ayşa girdi. “Örtmenim,” dedi. “Radyoda diğnedik, birilerini asmışlar.” Öğretmeni gözleri deli danalarınki gibi döndü. “Kimi asmışlar, kızım!” “Örtmenim, Geçmiş mi, Gezmiş mi, öyle birini, örtmenim.” Bu cümle Kötü Ayşe’nin o günlük son cümlesi oldu. Öğretmen Satılmış, haberi veren kızı, öğrencisini yani, tutup duvara çarptı. Sanki haberi sunan spiker oydu. Hayır, ona bile bu yapılmazdı. Sanki, radyoda bahsedilen adamın boynuna ilmeği geçiren, altından sehpasını iten oydu. Öyle dövdü Kötü Ayşa’yı. Hiçbirimiz ses edemedik. Bazılarımız sessizce ağladı. Belki içinden “Yapma!” diyen olmuştur. Bilmiyorum. Ben ağlamadım ya da içimden bir şey demedim. Çıktım gittim. Saçkıranlarım da benimle geldi. Bir daha, ne okula ne de bahçesine diktiğim acı elma ağacına uğradık.

Bunları size anlatmamın bir nedeni yok. Asıl konuya gelmemi istiyorsanız, önce siz söyleyin bakalım, hayatta asıl konu diye bir şey var mı? Neyse, okulu terk ettiğimde aşkı da terk ettim. Çünkü yetim, öksüz, hırsız ve uğursuz bir aileydik. Hem de aklımda başka bir şey vardı. Çobanlık yaptığım gecelerde görürdüm onu. Karşı dağda, seyir çamının hemen dibinde. Perşembeyi mübarek cumaya bağlayan gecelerde. Sıcaklığını te buradan hissederdim. Işığı, renkleri hemen önümde gibiydi. Hep söylenirdi ama ben yeni fark etmiştim. “Ağa, orada neden ataş yanıyo?” diye sormuştum gözümü ayırmadan. “Yatur var altında. Mübarek gecelerde kalkıp ataş yakıyo,” demişti. İnandırıcı gelmemişti. Oraya gitmeyi aklıma koymuştum. Karışan eden pek yok. Sadece bir at lazım. Bir at…

En büyük abim hapse gireli artık saymamızı gerektirmeyecek kadar olmuştu. Yeri gelmişken, abimin adı Ömer, ‘Delü Omar’ derler. Babamı en iyi hatırlayanımız ve dolayısıyla baba yerine koyduğumuz da o. Tabii o sorumluluklar altında, her şeye aklının ermesinin karşısında ezile ezile içkiye başlamış. Samanların içine girerdi, sızana kadar kafayı çekerdi. Korkardık onu fark etmeyen bir köylü samana dirgenle dalıp abimi de yaralayacak diye. Belinde babamızdan kalma silahı, elinde cigarasıyla gezerdi bazen de. Bize ekmek bulmaya çalışırdı. Derken köyde bir hırsızlık olayı patlak verdi. Yetimiz ya… Öksüzüz de… Başımızda aklı başında büyük de yok. Suç bize kaldı. Çalsa çalsa bunlar çalar. Abime yalvardık, git anamızı geri getir. Ablalarımızı getir. Gürledi, bağırdı. Elindeki şişeyi yere çaldı. Hışımla Ağagilin Karga Hüseyin’in karşısına dikildi. “Ben çaldım,” dedi. “Gardaşlarımı rahat bırakın.” Bir kere daha başsız kaldık. Baş olma görevi onun bir küçüğüne geçti. Silah ona devredildi. Silah ne zaman mı patlayacak? Silah tedirgin etsin diye var. Patlamayan bir silah daha rahatsız edicidir. Bununla başa çıkmaya çalışın.

Yeni liderimiz, babamız daha makuldü. Babamdan kalma tarlaları sürecektik. Bahçemizde sebze yetiştirecektik. Diğer köylere gidip — atla gidilecekti — ihtiyacımız olan ürünlerle takas edecektik. Bu görevi hemen üstlendim. “Ağa, bilirsin ben güzel at binerim. Hiç de kazıklanmam, okulda öğrendim ben hesap yapmayı. Kiloyu, litreyi bilirim.” İkna olan ya da gereksiz ısrarım bitsin isteyen abim kabul etti. Artık üretim başladı. Önce yıkılan damımızı onardık. Sonra tarlalara nohut, buğday, fi otu ekildi. Bahçeye fasulye, kabak, hıyar ve domates… Kendimize ayırdığımız sebzeleri toprağa gömüyorduk bozulmaması için. Toprak veriyordu, toprak koruyordu. Benim kafamda saçkıranlar ve karşı dağdaki ışık vardı.

Nihayet beklediğim gün gelmişti. Ata atlayıp köy köy gezip takas yapacaktım. Takası duydunuz diye bizi paradan önce yaşadık zannetmeyin sakın. Tarih her zaman sandığınız gibi işlemiyor. Her şey art arda gelmiyor. Sonraki bir çağ, önceki çağdan daha eski olabilir. Atladım ata. Onun tüyleri tam. Hiç saçkıranı yok. Kıskanmadım. Ata ihtiyacım var, aramıza haset sokamam. Köyler gezdim. Hep biraz fazla ürün almaya çalıştım. Bazıları tanıdığı için zaten acıyıp fazladan şeker, yağ ya da un veriyordu. —Köydeki değirmeni kullanmamız yasaktı. Bu yüzden başka köylere gidiyorduk un için.

Diğer zamanlar çobanlık yapıyorduk. Başka tarlalarda çalışmaya gidiyorduk. Dünya derdi, geçim telaşesi beni ateşten koparmış da haberim olmamış. Herkes gibi, dağdaki ateşi görmemeye başlamışım. İnsanoğlu bilemiyor. Mal tatlı geliyor. Atın üstünde uça uça gezmek, yelelerinden tutup iyice yatmak boynuna. Çok güzel zamanı böyle delip geçmek… Yine takastan ve güzel gözlü, sırma örgülü ve çiçek basmalı kızlara gönül düşürmekten dönerken dörtnala, bir parıltı gördüm ve atı biraz yavaşlattım. Işık biraz daha büyüdü ve yaşlı bir adamın tuttuğu lüküsten yayıldığını anladım. Dizginledim atı. Tırıs tırıs yaklaştık. “Kimsin sen, dedem?” dedim. “Ne çabuk unuttun?” dedi. Neyi unuttum? Anamı babamı mı? Yetimliğimi mi? Hiçbir şey demeden tepeye döndü. Gülümsedi ve eksik dişlerinin yerindeki karanlık göründü. O zaman hatırladım. Atı ısrarla istememenin nedenini ve aşkımı hatırladım. Keçeleşmiş sakalıyla, yoluk yoluk saçlarıyla ve kamburuyla anladığımı anlamıştı. Lüküsüyle hızlıca döndü ve yürümeye başladı. Ona yetişeceğim diye atı çatlatacaktım. Demeyin “Yaşlı bir ihtiyara nasıl yetişemedin?” Bu, öyle böyle bir ihtiyar değil. Âdeta uçuyor. Ara ara ağaçların arkasında kaybolan ışığını takip ettim bir süre.

Işık kayboldu. Bağırdım “İhtiyar!” diye. Cevap olarak seyir çamının altında alev parladı. Attan indim, yürümeye başladım. Göğsümde binlerce alev vardı. Bizim ihtiyar, çamın dibinde oturmuştu. Ağzı kocaman açık, gülüyor. Alevlere gülüyor. Usulca yanına çöktüm. Biraz susmayı başarabildim. O başlattı sözü: “Yıllardır buradayım. Görevim her perşembe gecesi burada ateş yakmak. İnsanlar fark edecek mi, diye beklemek. Ara ara fark eden oluyor ama ya cesaret edemiyorlar ya da köyün sıradan bir dekoru gibi görmeye başlıyor. Siz zaten her şeyi sıradan görüyorsunuz: Toprağı, göğü, ağaçları, nehri… Sonra sen, evet, sen fark ettin. Seni bekledim. Buraya tırmanamayacağını biliyorduk. Ata ihtiyaç duydun. Abini ikna ettik. Büyümen gerekiyordu, bekledik. Ama sen unuttun. Bu sefer razı olmadım. Önüne çıktım ve sana yolu gösterdik.”

“Neden bekledin? Meraktı benimki.”

“Hayır, hayretti. Merak bazen harekete geçirmez. Hayret her zaman yola çıkarır.”

“Geldim işte. Kimsin sen? Evliya mısın? Yatırın nerede?”

Yine gülümsüyor. Kafamdaki saçkıranlara bakıyor. Kendi kafasındaki kel kısımlara dokunuyor. Gülüyor. Gülüyor. Gülüyor.

“Nasıl yakıyorsun bu ateşi? Çok berrak. Sanki elimi uzatsam yakmayacak gibi.” dedim.

“Uzat o zaman elini.” dedi.

Ayağa kalktı. Ağaca baktı, okşadı. Sarıldı hatta. “Bu çam çok değişik,” dedim. “Hiç çama benzemiyor ama çam yine de.” İhtiyar döndü bana doğru ve “Çünkü o, yalnız bir çam. Etrafında başka çam yok. O çam olmayı kendisi öğrendi. Yaratıcısının işaretlerini takip etti. Sivrilmeye hiç çalışmadı. Kendini, hayır, her bir zerresini yaratıcıya bıraktı ve özgürleşti. İşte bu alevler de onun alevi. Yalnızca bana izin verir gıcılarından almak için. Başka alanlar oldu. Geceye ahırdaki hayvanları öldü. Tarlaları yandı.”

Ateşe yaklaştım, kafamdaki saçkıranlar sızladı. İçimde dinmeyen bir istekle elimi uzattım. İhtiyar da elimi tuttu. Alevler palazlandı, şimdiye kadar hissetmediğim bir ılıklık hissettim. Göğsüm yarıldı sanki. Sanki kalbim temizlendi. Sanki Ay ikiye yarıldı. Sonra elimin acısıyla kendime geldim. Ateş bana dokunmayacak sandınız, değil mi? Dokundu işte, yaktı. O ihtiyar aslında benmişim, o evliyanın halefiymişim meğer. Öyle değil işte. Hakikati fark ettim, kabul ettim. O beni istemedi demek ki. Amenna. O gece ateşin başında oturduk. Sustuk, sustukça konuşmaya dönemedik. Sapağı kaçırdık bir kere. Artık kim konuşsa suç işleyecekti. Kafamızda saçkıranlar var. “İhtiyar üzgün mü, hayal kırıklığına mı uğradı?” anlayamıyordum. Anlamaya çalışmadım. Şafak atarken atıma bindim, köye geri döndüm.

Köyde biraz daha ektik biçtik, her perşembe gecesi ateşe baktım. İhtiyarı düşündüm. Ektim, düşündüm. Biçtim, hatırladım. Sonra Abimler İstanbul’a gitti. Herkes İstanbullu oluyordu artık. “Köyde nereye kadar?” diye konuşuluyordu. Bir süre sonra bizi de aldılar yanlarına. Önce çıraklık yaptım. Eskiciden alınmış elbise ve yemek karşılığı çalıştım. Tozlu depolarda ve daha beter bekâr evlerinde kaldık. E işi öğrenince abimlerle dükkân açtık. Beni bir albay istedi askerî okula, abim vermedi. Belki de iyi oldu. Bilmiyorum. Kendi dükkânımı açtım Fatih’te, askere gittim. Ne zaman leblebi kavurmak için ocağa çakmak çaksam aklıma gelir o gece. O ateş. İhtiyarın dişleri, saçı, sakalı… He, bu arada, saçım dökülmeye başladığı için saçkıranlar belli olmuyor. Ama ne zaman ateş görsem sızlar ve yerini hatırlatır. Yerimi hatırlatır.

Fıstık kaç gram olsun?

Çok Okunanlar