Bizimle İletişime Geçin

Edebiyat

Kente Gelen Öküz Arabası

Bismillah deyip henüz alaflarını bitirmiş öküzlerin yularlarını taktı, onları getirip arabaya koştu. Boyunduruk zelveleri de iyiydi.  “Allah selamet versin Bey!” duasıyla öküzlerin yular zincirlerini bir elinde birleştirip yede yede kente doğru yola çıktı. Keklikpınarı’na varınca da öküzleri suladı, kendi de su içti. Canlı suydu bu, içene rahatlık veriyordu.

EKLENDİ

:

 

Bismillah dedi adam. Çavuş üzümü sepetlerinin aralarına, düşmeyecek şekilde sekiz tane de sarı kabak yerleştirdi. Üzüm ve kabaktan başka ne var derseniz, Allah ne verdiyse onlar var. Mehmet Efendi’nin su değirmeninde çekilmiş yarım çuvaldan fazlaca mısır unu, birkaç tahta kasada ferik elması, birkaç tahta kasada Mustabey armudu, garabağdan örülmüş bir yarım çitende güdül armudu, meşe fıçıya konmuş beş-altı kilo kamış pekmezi, iki kilo tereyağı, üç kilo şirden mayalı peynir, keten dokuma ince bir çuval içinde, kurutulmuş demetler hâlinde kantaron ve sinir otu, ayrı bir küçük çuvalda on beş demet kadar kuru ısırgan…

Gün doğmamıştı daha. O yüzden havada yoğun bir ozon vardı ve ozon bir dinçlik, zihin açıklığı, neşe ve güç veriyordu adama ve herkese. Bu hâl, gün doğumuyla bitecek, yeryüzündeki ozon atmosfere doğru yükselecekti.  Ağıldaki on yedi koyun da uyanıktı ve hepsi ayaktaydı. Adam için bu durum, şaşılacak bir şey değildi. Her sabah, gün doğumundan önce koyunlar hep böyle yaparlardı. Sabah namazından hemen sonra adam onları, tel çitle çevrili bahçeye salardı. Çiğ çoksa eğer koyunlar pek otlamak istemezler, bir köşede topluca bekleşirlerdi.

Sıra kümesin kapısını açıp tavukları salmaya geldi. Koyunlar gibi tavuklar da yeni bir günün ilk aydınlığıyla dışarı çıkmak istiyorlardı. Kümes kapısı açılır açılmaz “gak gak” sesler çıkararak birbiri peşi sıra tavuklar, horozlar, küçüklü büyüklü civcivler, küçük kapıdan neşeyle ve aceleyle dışarı çıktılar. Kimi sarı, kimi koyu sarı, kimi bayrak kırmızısı, kimi kiremit kırmızısı, kimi kahverengi, kimi toprak rengi, kimi kara, kimi gri, kimi ak, kimi daha ak tavuklar… Yumurtaları da böyle olurdu tavukların. Beyazdan kahverengiye kadar, tavuğuna göre canlı renk tonlarında. Öyle ki yumurtayı elinize aldığınız zaman bu kara tavuğun yumurtası, bu sarı tavuğun yumurtası diye ayırt edebilirdiniz. Yumurta sarısı denen bir renk vardı ve yumurtaların sarıları yumurta sarısıydı. Adam bunları bilirdi.

Su kabağından yapma tasa doldurduğu mısır, buğday ve arpa karışımı yemlerini saçtı tavukların. Sonra epey azalmış olan su taşının suyunu doldurdu. Üşengeç köpek yüz metre ötedeki çeşmenin yalağından su içmek yerine hazırdaki tavukların suyunu içtiği için neredeyse iki günde bir su taşının suyunu doldurmak gerekiyordu. Sadece köpek olsa iyi, kedi de zaman zaman gelip içiyordu suyunu tavukların. Adam, “Hazırcı bunlar hazırcı!” diye kızıyordu içinden köpek ve kediye…

Gün yeni doğmuştu. Koro hâlinde duyulan kuş sesleri çok azalmıştı. Dere boyunca uzanan sis dumanı kaybolmuştu. Bakır bulutlar, arkalarından vuran gün ışığından dolayı kimi koyu, kimi açık bir tablo oluşturmuşlardı. Bulutların kalınca olduğu kısımlarda daha koyu bir bakır rengi, ince olduğu kısımlarda açık sarıya yakın, daha açık bir bakır rengi oluşmuştu. Bu renk tonları, film karesi gibi her saniye değişiyor, koyulaşıyor veya açılıyordu. İnce ve serin bir yel çıkmıştı. Aydınlığın gayr-i iradi etkisiyle başını kaldırıp birkaç saniye gökyüzüne baktı adam. Geçen yıl vaazda duyduğu ayeti hiç unutmamıştı:

“Gökyüzünün ve yeryüzünün yaradılışında sizin için hikmetler vardır.”

“Hele sabah yemeğimizi de yiyelim, yola çıkalım.” diyerek ev içine yöneldi adam. Hanımının yaptığı sıcak tarhana çorbasına Mehmet Efendi’nin su değirmeninde öğütülmüş ve hiç elenmemiş undan yapılan ekşi mayalı ekmeği doğramadan önce, tarhana tasının ortasına bir kaşık tereyağı koyuverdi adam. Bir küçük çinko kâsede de yoğurt vardı. Kimi zaman yağ yerine yoğurt katardı adam, tarhanaya. Yeşil domates turşusu da hazırdı. Toprak sobanın tuncunun köşesinde, demirden küçük yumurta tavasında tereyağı ile az pişirilmiş yumurta da bekliyordu. Odanın uzak köşesindeki toprak testide Keklikpınarı suyu da duruyordu ama yemek yerken içilmezdi. Öyle görmüştü dedesinden, bir iki saat sonra içecekse içerdi suyunu. Ihlamur ağacından dülger Mustafa’nın yaptığı sofrada yavaş yavaş, iyice çiğneyerek sabah yemeğini afiyetle yediler.

Bismillah deyip henüz alaflarını bitirmiş öküzlerin yularlarını taktı, onları getirip arabaya koştu. Boyunduruk zelveleri de iyiydi.  “Allah selamet versin Bey!” duasıyla öküzlerin yular zincirlerini bir elinde birleştirip yede yede kente doğru yola çıktı. Keklikpınarı’na varınca da öküzleri suladı, kendi de su içti. Canlı suydu bu, içene rahatlık veriyordu.

“Ey gökyüzünü direksiz tutan Allah’ım, boşluğa kandiller asan Allah’ım! Ey şu güneşi bir gün batıdan doğduracak olan Allah’ım! Ey şu tavukların, koyunların, kedinin, köpeğin sahibi Allah’ım! Sana hamdolsun, şükürler olsun.”

Uygun ağaç gölgelerinde dinlenerek, yol iyiyse arabaya binerek, iyi değilse yederek iki saat sonra kente vardı, çok şükür… Daha kentin kenarındayken bu insanlar niye öyle garip bakıyorlardı? Çocuklar niye birbirlerine, “Koşun koşun, öküz arabası var!” diye bağırıyorlardı?

“Şu kenarda durayım da öküzleri dinlendireyim biraz.” der demez yan tarafında, ellerinde kitaplar olan yetişkin gençler de durdu.

– Dayı, nereye gidiyorsun böyle ya? Bir de öküz arabasıyla gelmişsin, dedi gençlerden biri.

– Ne var ki! Şunu bunu getirdim. Hem insanların bunlara ihtiyacı var hem de benim tuza, kap kacağa ve basmaya ihtiyacım var…

Kendi aralarında, ayaküstü konuştular gençler: “Abi medeniyet kentte ya, köylülükle kalkınma mı olur? Teknoloji üreteceksin kardeşim! Tarım toplumundan sanayi toplumuna evrileceksin. Uğraşmayacaksın toprakla, vereceksin şirketlere, onlar üretsin. El işçiliğiymiş, alın teriymiş, sanatkârlıkmış! Fabrika lazım, seri üretim lazım abicim. Tüketimi de reklamlar yoluyla arttıracaksın ki çok kazanabilesin…”

Böyle birçok şeyler konuştular. Adam, hiç oralı olmadı bu konuşmalara.

Öküzler dinlenince yedeklerinden tutup kentin içine doğru yürüdü adam.

Öküzlerin nalları asfalt sokaklarda “tak tak!” sesler çıkarıyordu.

Birkaç köpek, kuyruklarını sallayarak arabaya eşlik ediyordu.

Sayısız insan merakla bakıyordu, bazıları da söylenip duruyordu.

Motorlu araçların şoförleri, öküz arabasına sürekli korna çalıp kendi kendilerine homurdanıyordu…

Adam, yabancı bir yere gelmediğinden emindi.

Çok Okunanlar