Bizimle İletişime Geçin

Edebiyat

Kıbrıs’a Düşen Rahmet: Şeyh Muhammed Nazım

EKLENDİ

:

20 Mayıs 2000, Lefke

 

İki binli yıllardı bir grup öğretmen arkadaşımla birlikte uğruna şehitler verdiğimiz yavru vatan Kıbrıs’ı görelim diye yollara düştük. Özel araçlarımızla önce Taşucu sonra araba vapuru ile dalgalarla boğuşarak sabaha doğru Girne’ye ulaştık.

Kıbrıs’a gelmişken Peygamberimiz’ in halası, Kıbrıs’ın ruhânî sultanı Hala Sultan’ın türbesini[1]  ziyaret etmek istedik. Ne var ki türbenin Rum kesiminde kalmasından dolayı –bizim gibi Kıbrıs dışından gelenlere sadece iki bayramda ve Mevlid Kandilinde izin veriliyormuş- gidemedik. Hala Sultan, Hz. Osman’ın halifeliği sırasında Kıbrıs’ın fethi için eşiyle birlikte gelmiş ama fethi göremeden şehit düşmüş. Sözün özü Hala Sultan’ı ziyaret edemeden uzaktan ruhu için Fatiha gönderdik.

İki gündür, genelde olumsuz izlenimlerle üzüldük. Onları yazarak okuyucuyu da üzmek istemem. Belki tek güzel şey Girne Kalesi’nin yanındaki 1589 tarihli Ağa Cafer Paşa Camii’nde kıldığımız Cuma namazı oldu.

 

Hala Sultan’ı ziyaretimizde elimiz boş döndük ama bu gayret bizi gezimizin üçüncü gününde Şeyh Nazım Kıbrısî’ye yönlendirdi. Tabi medya da çıkan kirli yayınlar sebebiyle bu isme karşı mesafeliydik. Önce tereddüt ettik; sonra “Seversek elini öper duasını alırız, sevmezsek müsaade alırız.” dedik ve kiraladığımız araçla Lefke’nin yolunu tuttuk.

 

Gönlümüzü ve gözümüzü ferahlatacak bir beklentiyle yaklaştığımız Lefke, hayallerimizi boşa çıkartmadı vesselam. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin en yeşil ve en güzel beldesiydi burası. Çölün ortasında İrem Bağlarını andıran bağ ve bahçeler karşıladı bizi.

 

Şeyh Nazım Kıbrısî Efendi’nin mütevazı iki katlı ahşap evini sorarak bulduk. Görevliye sorduğumuzda cevaben “Hoca burada ama rahatsız, bir saat sonra ikindi namazına iner, o zaman görüşürsünüz.” dedi demesine de hadsizlik ederek: “Biz Türkiye’den geliyoruz, siz bir haber verin” dedik. On dakika sonra seksen yaşındaki Hoca, arkadaşlarının desteğiyle zorlanarak indi. Bizi mi önemsedi yoksa Türkiye sesini mi bilemem. Yaşına ve rahatsızlığına rağmen yanımıza indi.

 

Tahmini bir saatlik mülakatımızın bir özetini bilgilerinize arz ederim. Hoca Efendi’nin kirlenmiş medyadaki olumsuz imajının tashihi temennilerimle.

 

El öpme konusunda çok cimriyim kolayına el öpemem. Ne var ki Hoca’yı görünce hiç tereddüt etmeden elini öpüverdim. Gözüme ve gönlüme hoş gözüktü. Sonra ben sordum o cevap verdi:

 

  1. A. : Nasihatinizi almaya geldik hocam.
  2. K. : Nasihati kim tutacak, ben nefsime bile söz geçiremiyorum. Nefsim nasihati kabul etmiyor. Siz nasıl kabul edeceksiniz!
  3. A. : Bu arkadaş da bizimle beraber, fizikçi hocam! diye sonradan içeri giren arkadaşı tanıttım.
  4. K. : Fizik ne demek? diye sordu. Arkadaşımız kendince cevap vermeye çalıştı ama pek anlayamadık. Hoca devam etti:
  5. K. : Eskiden bir ilmi öğretmeden o ilmin tarifini öğretirlerdi. Kimya; maddenin aslından bahseder, köktür. Fizik ise, maddenin hareketlerinden bahseder, daldır. Biz fiziği, kimyayı nereden biliriz, yarenlik ediyoruz işte. (Hoca her ne kadar mütevazı davrandıysa da İstanbul’da kimya mühendisliği okuduğu herkesin malumudur.)
  6. A. : Hocam gelecekle ilgili ümitsiz olanlar var. Gelecekle ilgili siz ne dersiniz? (Malum iki binli yıllar 28 Şubat’ın olumsuz rüzgarlarının estiği günlerdi o günler.)
  7. K. : Siz Allah’a, Allah’ın kitabına inanmıyor musunuz? Hiç Allah’tan ümit kesilir mi, böyle soru sormayın bir daha. Allah: ‘Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin’ buyurmuyor mu? Erciyes’e kar yağmış ama erimiş, erimiş, tepesinde azıcık kalmış. Sıcaklık biraz daha artarsa o da eriyecek inşallah. Küfür eridi, bitti artık. Din ile milletin arasına konan buzlar eridi. (Bana yönelerek) Öyle değil mi hoca efendi, kocaman gözlüğü takmışsın, gözlüklülerden çok sakınırım, gözlüklüler çok bilirler. (Sanki ihtiyaç değilse hava olsun diye gözlük takmayı hoş görmediğini düşündüm. Başka bir arkadaşa yönelerek)

“Mezbuh” ne demek? Mezbuh, kesilen hayvan demek. Kesilen hayvanın bir ayağı boş bırakılır. Onunla çırpınır, varsın çırpınsın biraz sonra ölecek. Biz bir şey yapmasak da onlar kurdukları binanın altında kalacaklar. Seksen yıldır bize sormadılar “bunların da bir bildiği var mı?” diye. Bize “hoşt, köpek” bile demediler. Osmanlıyı, üç kıtayı bir adam idare ederdi tek başına. Bunlar üç adım yeri idare edemezler. Çünkü Allah ile birlikte değiller. Allah ile olmayana Allah yardım etmez. Osmanlıyı idare edenler kırk altı kişiyi geçmezmiş. Kitaplar öyle diyor. Tarih okur musunuz? Tarih okuyun, tarihini bilmeyen devlet devam etmez.

  1. A. : Biz kız okulunda çalışan öğretmenleriz, bu konuda bize bir tavsiyeniz olur mu?
  2. K. : “Öğretmen” ne demek, “muallim” demek. “Mektebi” de “okul” yaptılar. (Eğitimle ilgili) lügatimizde yetmiş kelime kaldı. Osmanlı döneminde yetmiş bin kelime vardı. Dilimizi rezil ettiler. Zelzele kelimesini deprem yapmışlar, niye zelzele Kur’an’da geçiyor da ondan.

Bu milleti uyku hapı verip uyutmuşlar, yıllarca uyumuşuz. Hap etkisini kaybetmiş, artık esniyor, genleşiyor, elini, ayağını oynatıyor, uzatıp çekiyor, uyanıyor yani.

  1. A. : Öğrencilerimize bir mesajınız olur mu?
  2. K. : Selam götürün, zor bir vazifeniz var. Keşke kızların öğretmeni hanımlardan olsa ama sizin elinizden bir şey gelmez, siz mecbursunuz, kanunla gidiyorsunuz. Mümkün mertebe gözünüzü muhafaza edin. Nazarınızı sakının. Daima kısa ve ciddi konuşun. Ümit kırıcı olmayın. İşi sıkı tutun, öğrenciye sezdirmeyin ama zayıf verip de sınıfta da bırakmayın. Herkesin kapasitesi farklı, herkesten aynı neticeyi beklemek doğru değil. Kaldı ki kitaplar ne kadar lüzumlu o da tartışılır. Bazı öğretmenler de yeterli değil, sağlıklı iletişim kuramıyorlar talebeyle.
  3. A. : Prens Charles’ın Müslüman olduğu ve dahi sizin talebeniz olduğu söyleniyor, bu doğru mu?
  4. K. : O da sizin gibi bir Müslüman işte. (Diyerek latife yaptı, Müslüman oldu ama gereklerini yapmıyor diye anladım.)

İstese İngiltere’de onu saraylarda yaşatırlar ama o bu mütevazı beldeyi, ahşap evi ve camiyi tercih etmişti. Ezanı aslına uygun okumanın yasak olduğu zamanlarda bile yasağı takmamış doğduğu yere gittiğinde yaptığı ilk şey camiye gidip aslına uygun ezan okumak olmuş. Hemen tutuklanıp bir hafta hapse atmışlar. Serbest kalır kalmaz tekrar Lefkoşa büyük camisine gidip minaresinde ezan okumuş.

 

El öpüp kendisinden müsaade aldık, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin bu bilge ve gönül insanından aldığımız feyiz ve olumlu intibalarla oradan ayrıldık. Yattığı yer nur olsun.

 

[1] Ayrıntılı bilgi için bkz., TDVİA “Ümmü Haram” maddesine bakılabilir. (TDVİA, 2012, S. XLII/321-322)

Daha Fazla Yükle

Yorum Bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Çok Okunanlar